Giriş Kayıt
10 Büyük Yönetmen ve Tematik Obsesyonları
Yeni Konu Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [Bu başlıkta 2 mesaj bulunuyor] « Önceki konuSonraki konu »
Yazar Mesaj
Quaresmania
You talkin' to me?
EditörHaber Editörü


Kayıt: 26.01.2012
İletiler: 18377
Şehir: Kocaeli
Yaş: 30 Akrep


facebook twitter Özel mesaj gönder
Quaresmania
You talkin' to me?
EditörHaber Editörü
 10 Büyük Yönetmen ve Tematik Obsesyonları

resim

Farklı geçmişleri, düşünceleri ve vizyonları olup birlikte çalışan binlerce sanatçının bir araya gelip bir fikri, yalnızca bir anlığına bile olsa hayata getirmesiyle sinema meydana geliyor. Diğer sanatçılar gibi yönetmenler de kafalarındaki bazı fikirleri ya da detayları tekrar tekrar ziyaret etmekten hoşlanıyor. Bunu bilinçli olarak yapanı da var, bilinçsiz olarak yapanı da. Bu tespit, herhangi bir konu üzerinde olabilir; karakteristik bir stil, kişisel bir konu, genel bir yönelim, vs.

Aşağıda Taste of Cinema ekibinin derlediği ve 10 yönetmen ve onların filmlerinde karşımıza sıklıkla çıkan 10 tematik takıntı mevcut. Yönetmenlerin kendileri bu takıntılarından haberdar mı bilinmez; fakat sinema seyircisinin her defasında dikkat ettiği bir takım olgular olduğu kesin. İyi okumalar.




1. Lars von Trier ve Kadınların Kendini Feda Etmesi

resim

Günümüzün en tartışmalı ve geleneklere karşı yönetmenlerinden biri Lars von Trier fakat iş sinema stiline gelince de filmografisi en zengin isimlerden. Avrupa Üçlemesi (The Element of Crime, Epidemic & Europa) gibi erken dönem filmleri, Alman dışavurumculuğu ve o dönemlerde Terry Gilliam, Jean-Pierre Jeunet gibi isimler tarafından bellenmiş bilim kurgu elementlerinin alaşımıyla kendini gösteriyordu. Sonraları von Trier Dogme 95 akımını başlattı ve sinemaya gerçeklik olgusunu getirmeye çalıştı. Bu kurallar çerçevesinde çektiği The Idiots ve Dancer in the Dark ile büyük övgüler aldı. Ardından Dogme 95’ten biraz uzaklaşarak Dogville ve Manderley’i, sonrasında ise tartışmalara sebep olan Melancholia, Antichrist ve Nymphomaniac gibi filmleri seyircisine sundu.

resim

Sinema stilinde farklı skalalar görmemize rağmen von Trier’in çalışmalarında değişmeyen bazı detaylar da mevcut. Bunların çoğu yönetmenin yaşam ve toplum üzerine kişisel görüşlerini barındırıp filmlere kadın kahramanlarının davranışları üzerinden yansıyor. Von Trier’ın baş kadın karakterleri hata dolu toplumsal yaşamlar için fazla naif oluyor ve çoğu zaman da o toplumda yaşamaya zorlanmış haliyle karşımıza çıkıyor. Çevrelerindeki insanların iyiliği için de acı ve aşağılanma metoduyla kendilerini kurban ediyorlar. Bunun en net örneği de hiç şüphesiz Altın Kalpler Üçlemesi’nde (The Idiots, Breaking Waves & Dancer in the Dark) karşımıza çıkıyor; yalnız yönetmenin bu takıntısının gölgelerini The Element of Crime gibi erken filmlerinde seçebilmek de mümkün.




2. Luis Buñuel ve Katoliklik

resim

20’nci yüzyılın başlarında İspanya’da büyüyen Luis Buñuel’in aldığı eğitim, yetiştirilme tarzını da bir hayli etkilemiş. Geleneklere karşı çıkan ve şüphesiz sürrealist sinemanın en ünlü ismi olan yönetmen kendini, özellikle yüksek sosyete olmak üzere toplumun yüzeyselliği ve farklılıklarıyla alay etmeye adamış gözüküyor. Bu uğurda da tüm insanların kusurlarını göstermek için birincil örnek olarak Katolik Kilisesi’ni kullanıyor.

İlk yönetmenlik denemesi Un Chien Andalou’da erkek baş karakter, kadın kahramana saldırmaya çalışıyor fakat sırtladığı yükler ona izin vermiyor: İçinde ölü hayvan bulunan iki piyano ve iki ürkek rahip (hatta biri Salvador Dali tarafından canlandırılıyor). Söz konusu sahnenin sembolik yönü güçlü olduğundan anlatması hayli zor olsa da, seyredenler, yönetmenin inanç, dinler ve toplum üzerinde söylemek istediklerini bu sahneyle özetlediğini anlayabilirler.


resim

Bu obsesyon, daha sonraları basit bir alaycılıktan ya da halinden memnun burjuvanın bir yansıması olmaktan öteye geçiyor. L’Age D’Or, The Exterminating Angel ve The Discreet Charm of Bourgeoisie filmlerinde artık öldürücü bir cazibeye dönüşüyor ve Nazarín, Viridiana, Simon of the Desert, The Milky Way’de inanç ve insanların ilişkisi filmlerin odak konusu haline geliyor. Ayrıca bir dipnot düşelim: 1960 tarihli Meksika filmi En este pueblo no hay ladrones’da Buñuel, kasabanın rahibini canlandırıyor.

 Luis Buñuel
Luis Buñuel
Takma İsmi:The Scourge of the Bourgeoisie



3. Wes Anderson ve Önemsiz Ayrıntılar

resim

Hiç şüphe yok ki Wes Anderson, kendi jenerasyonundaki Amerikan yönetmenler arasında en ikonik ve ilham verici olanı. Fakat kendisinin herhangi bir işini dahi en net haliyle tasvir etmek oldukça zor -öyle ki bunu ancak kendisi, o filmiyle yapabiliyor. Renkli estetiğinden karmakarışık aile dinamiklerine kadar, onun tarzının sevgiden ve ithaflardan doğduğunu söyleyebiliriz. Buna en güzel örnek de Anderson’ın karakterleri ve onların yaşadıkları dünyalara ait genelde önemsiz ve değersiz ayrıntıları seyirciye yansıtmayı sevmesidir. Özellikle de kısa bir süre kamera önüne gelen ve bir anlığına görüntünün odaklandığı mektuplar, kitaplar, haritalar ve diğer nesneler…

resim

Bu, Anderson’ın aynı Tim Burton’ın filmlerinde 40’lar ve 50’ler atmosferini yakalamaya çalışması gibi 60’lar ve erken 70’ler retro atmosferini yakalamasına yardımcı olacak derin ve tuhaf tabakaları filmlerine yedirmesine yarıyor. Anderson’ın gereksiz detaylara karşı duyduğu manik sevgisinin en ünlü tasvirlerinden biri şüphesiz Moonrise Kingdom’da karşımıza çıkan New Penzance Adası. Bu hayali ada öyle bir noktaya geldi ki, filmin tanıtımının yapılması için filmin oyuncularının ada ve ada halkı hakkında bilgiler verdiği videolar hazırlandı.




4. Stanley Kubrick ve Banyolar

resim

Stanley Kubrick bir film yönetmeni olmaktan da öte, sanat adına dönüm noktalarından birini temsil etmekte. Az sayıdaki filmleri içerik olarak hayli zengin olmakla beraber on yıllar boyunca süren ve uzun süre de devam edecek olan tartışmalara sebep oluyor. The Shining üzerine hazırlanan son belgesel Room 237 de gösteriyor ki Kubrick 1999 yılında ölmüş olsa dahi yıllar boyunca bir hayranlık, inceleme ve teori figürü olmaya devam edecek. Bunlardan bazıları diğerlerine göre daha net; misal Dr. Strangelove’daki cinsel imgeler veya Otomatik Portakal’daki Alex’in şeytani ses tonu. Fakat Kubrick’in filmlerindeki en merak uyandırıcı yineleyen motiflerden biri de olumsuz durumların her seferinde, bir şekilde banyolar ve tuvaletlerle bağlantılı olması.

resim

Mesela Lolita’da Humbert’in günlüğü Lolita’nın annesi tarafından bulunduğu esnada karakter duş almaya hazırlanıyordu. 1963 tarihli Dr. Strangelove’da Ripper, ofisindeki banyoda intihar etme girişiminde bulunuyordu ve böylece nükleer felaketin önüne geçilmesi için gerekli şifrenin öğrenilmesi imkansız hale geliyordu. Alex’in kimliği daha önceki kurbanlarından birine bir küvette şarkı söylerken ifşa ediliyordu. The Shining’de Jack karakteri iki ayrı banyoda Overlook Oteli’nin hayaletleriyle karşılaşıyordu. Full Metal Jacket’ta ise Gomer Pyle, Hartman’ı tuvalette vuruyordu.




5. Alejandro Jodorowsky ve Hadım Edilme

resim

Latin Amerika’nın en özgün yönetmenlerinden olan Jodorowsky’nin filmografisi pek geniş değil fakat kişiselliği ve seyirci için her zaman unutulmaz deneyimler yaşatması itibariyle dikkat çekiyor. Mistisizm, janr yapısökümü ve Latin Amerika hicviyle geçen kendine has markasıyla on yıllar boyu kült filmlerin adamı olan Jodorowsky, The Dance of Reality ve bilim kurgu romanı Dune uyarlaması üzerine hazırlanan belgesel ile seyirci için yeni bir çıkış yakalamış oldu.

resim

Yönetmenin filmlerindeki diğer elementler gibi hadım edilme sahneleri de sembolik bir derinliğe sahip. Daha güçlü bir erkeğe karşı bir nevi boyun eğme ya da yenilme simgesi olarak gösterilen hadım sahnelerine örnek olarak El Topo’da albayın, baş kahramana yenildikten sonra cinsel organını kaybetmesi, Santa Sangre’de El Gringo’nun evlilik dışı ilişkisi dolayısıyla karısı tarafından öldürülme şekli, yönetmenin en kafa karıştırıcı filmi olan The Holy Mountain’da ise askeriyeye benzer grubun lideri tarafından tüm üyelere uygulanan ritüel örnek verilebilir.




6. Martin Scorsese ve Amerikan Refahının Karanlık Yönü

resim

Martin Scorsese, Amerika’nın en ilham verici yönetmenlerinden biri ve yaşayan bir efsane. Yeni Hollywood hareketinin pek çok yönetmeni zamanla amaçlarını kaybedip boş filmler peşinde koşmaya başlamış olsa da Scorsese her zaman kendini taze tutmayı başardı. Bunu yaparken her zamanki gibi aksi ve düşük entelektüel seviyeli kişilerin yaşamlarını cilalanmış, hızlı tempolu bir tarzda önümüze koydu. Çoğu filminde iki tema birbiri içine geçer halde görünmekte: Amerikan rüyası ve gaddarlık ve şiddete giden yol ile bunlara sahip olmak ya da sahip olmaya devam etmek için her şeyi yapan kişiler.

resim

Her Amerikanın istediği şey elbette kişiden kişiye değişen fakat “genel” bir görüştür: Bu, Raging Bull ve The King of Comedy’de olduğu gibi fark edilme isteği olabilir; Taxi Driver ve Gangs of New York’ta olduğu gibi bozulduğu düşünülen saflığı korumaya çalışmak olabilir. Fakat Goodfellas’tan The Wolf of Wall Street’e her birinin istediği şey açıkça “daha fazlasıdır”. Daha fazla para, daha fazla eşya, daha fazla güç, daha fazla sevgi, daha lüks ve büyük evler, daha iyi ve havalı arabalar, daha büyük memeli kadınlar, daha fazla mutluluk; kısaca televizyonda ve sinemada ya da pencerelerinin dışında görüp de elde edemedikleri her şey. Felaketleri ise elbette “geri kalanlardan” başkaları değildir zira tüm bunlar için ne kadar kan aktığını kendileri de bilir.

Gangs of New York’un son sahnesi her şeyi güzelce özetliyor aslında: Kasap Billy’nin mezarı uzaklaşırken New York şehrinin görüntüsü tüm ihtişamıyla yükselir.


 Martin Scorsese
Martin Scorsese
Takma İsmi:Marty



7. Federico Fellini ve Kadınlar

resim

İtalya’nın en sembolik yönetmeni olarak kabul edilen Federico Fellini’nin filmleri özellikle 20’nci yüzyıl İtalyan yaşamı ve kültürünün vahşi ve zaman zaman aykırı halini yansıtır. La Dolce Vita, Otto e Mezzo, Amarcord ve diğer pek çok film, sinema sanatının mihenk taşlarını oluşturup pek çok jenerasyondandan yönetmeni etkilemeyi başarmıştır. Onun filmleri tutkulu karakterler ve her çağdan ve her sosyal seviyeden takıntılarla doludur.

resim

La Dolce Vita, Otto e Mezzo ve E La Nave Va’nın hoş artistik elit tabakasından Satyricon, Amarcord ve Roma’da tasvir edilen romantik dönemin haydutlarla ilgili cazibelerine, Fellini, grotesk abartıya hiçbir şekilde kaçmadan gerçekliğin en egzotik ve garip parçalarını kucaklamayı başarmıştır. Fakat bu toplumlarda modernite hastalığına, politika hastalığına ve inanç hastalığına rağmen bir kalp vardır her zaman. O kalp de kadının ta kendisidir. Lakin herhangi türde bir kadın değildir bu. Marcello Mastroianni’nin Otto e Mezzo’daki karakteri gibi Fellini de kendi hayal dünyasında bir harem kurmuştur. Daha iyi bir tabirle o, büyük ve zor kadınlara düşkündür: Amarcord’daki tütün satıcısı, Roma’daki fahişeler, Otto e Mezzo’daki La Saraghina gibi. Fakat Otto e Mezzo’daki baş karakterin karısı gibi ince, zarif kadınlar ya da La Dolve Vita’da Anita Ekberg’in hayat verdiği yabancı film yıldızı gibi kadınlar için de kendi zihninde ve filmlerinde özel bir yer tahsis etmiştir.

 Federico Fellini
Federico Fellini
Takma İsmi:Il Maestro



8. Akira Kurosawa ve Çocukluk ile Ölüm Arasındaki Çelişki

resim

Kurosawa dışına hiçbir yönetmen yoktur ki Japon kültürünün yapısal özelliklerini tasvir eden bir mirası asil ve evrensel bir tarzda bırakmış olsun. Seven Samurai, Yojimbo, The Throne of Blood ve diğer pek çok filmin yönetmeni olan Kurosawa, dünya üzerindeki insanların kolektif bilincindeki samuray algısını şekillendirmeye yardımcı olmuştur. Onun filmlerinde durmadan karşımıza çıkan ve her defasında seyirciyi büyüleyen bir motif vardır: Gençliğin masumiyeti ve saflığı ile kefaretini ödeyip tekrar saflığa ulaşmaya çalışan, ölüme yaklaşan yaşlıların arasındaki kesin tezatlık.

resim

1952 tarihli Ikiru’da yönetmen, ölmekte olan bir bürokratı ele alır. Bu tezatlık olgusunu en net şekliyle bu filmde görürüz fakat Rashomon’daki yetim bebek, Rhapsody in August’ta yağmurda ayakta durmaya çalışan yaşlı büyükanne, Dreams’teki cenaze alayı gibi bazı son sahneler de bu olguyu açık şekilde resmeder. Genelde bu durum bir tür yenilenme ve yaşamın devamı olarak görülür.

 Akira Kurosawa
Akira Kurosawa
Takma İsmi:Wind Man



9. Terry Gilliam ve Gerçeklik İle Hayal Arasındaki Mücadele

resim

Monty Python’s Flying Circus ile başlayan kariyerinde Terry Gilliam, eski fotoğrafları, kartpostalları, dergileri ve diğer bir takım şeyleri alıp insanların beklentileri ve kalıplaşmış davranışların parodilerini yaparak içinde yatan anarşik heyecanı keşfetmişti. Kendini ilk kez Monty Python and the Holy Grail’de yönetmen koltuğunda bulduktan sonra grubun geri kalanı Gilliam’ın profesyonellik üzerine olan takıntısının kendilerine pek faydalı olmadığını gördü. Daha sonra Gilliam, Time Bandits ile kendine ait sesi bulmuş oldu.

resim

Brazil ve The Adventures of Baron Munchausen ile birlikte Time Bandits, çocukluk, erişkinlik ve yaşlılık dönemlerindeki hayal gücünün mücadelesini işleyen ve tematik olarak bir üçleme kıvamını yakalayan filmler. Fakat sözde mücadeleler Gilliam’ın hiçbir zaman teslim olmadığı şeyler olmuştur. Onun kahramanları hep aykırı tiplerdir, hayalcidir ve bir ayağı gerçeklikte, diğeri başka bir yerde olan manyaklardır. Madde bağımlılığı, delilik, hayal gücü ya da gerçekten de başka bir zaman dilimi ya da mekandan olmaları sebebiyle gerçeklikle olan bağlantıları kısmen var olsa da, Gilliam’ın kahramanları, hayali krallıklarının dışında tekdüze yaşamları daha iyi kavramaktadırlar.

 Terry Gilliam
Terry Gilliam
Takma İsmi:Captain Chaos



10. Paul Thomas Anderson ve Başarının Neticeleri

resim

Paul Thomas Anderson’ın sinema yaşamı henüz 27 yaşındayken, 1997 tarihli Boogie Nights’ı çekmesiyle başladı. San Fernando Valley porno endüstrisinin 70’ler ve 80’lerdeki halini hayranlık uyandıran bir teknik ve anlatımla gözler önüne serdiği bu filmin ardından edindiği şöhretle Magnolia, Punch Drunk Love, There Will Be Blood ve The Master gibi insanlar, yabancılaşma ve başarı üzerine derin, meditasyon etkisi yaratan çalışmalar sundu.

resim

Anderson’ın karakterlerinin çoğu yaşamlarında bir anlam aramakta ve o yaşamı dolduracak bir şeylere özlem duymakta. Fakat amaçlarına ulaşmaları, onların endişelerini kaybetmesine asla etki etmiyor. Onun yerine acılarını daha da görünür hale getiriyor. Boogie Nights’ta Dirk Diggler ve diğer porno oyuncuları, There Will Be Blood’da Daniel Plainview, The Master’da Freddy Quell sırasıyla şöhrete, paraya ve iç huzura kavuşmak için bildikleri şeyleri yapıyorlar. En nihayetinde amaçları huzursuzlukla buluşuyor ve yalnızca sonuncusu bir kaçış yolu bulabiliyor.

 Paul Thomas Anderson
Paul Thomas Anderson
Takma İsmi:PTA

Kaynak: Sinematopya

İletiTarih: 28 Eylül 2014 21:56
 Kullanıcı bilgilerini göster Bu kullanıcının gönderdiğini mesajları gösterme Alıntıyla Cevap Gönder Başa dön   
kefirdanesi
Ars longa, vita brevis.
ÇevirmenSinefil Grubu


Kayıt: 31.10.2011
İletiler: 1170
Şehir: 404 Error - Not Found


Özel mesaj gönder
kefirdanesi
Ars longa, vita brevis.
ÇevirmenSinefil Grubu
Güzel bir paylaşım. Ama "Wes Anderson ve Önemsiz Ayrıntılar" kısmına katılmıyorum. Kime göre önemli; kime göre önemsiz? Bence bir filmi sıradışı yapan şey ayrıntılardır. Benim en büyük keyiflerimdendir mesela; sahneyi dondurup detayları yakalamak. Ne demişler: Şeytan ayrıntıda gizlidir!

İletiTarih: 29 Eylül 2014 06:33
 Kullanıcı bilgilerini göster Bu kullanıcının gönderdiğini mesajları gösterme Alıntıyla Cevap Gönder Başa dön   
İletileri göster:   
Yeni Konu Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [Bu başlıkta 2 mesaj bulunuyor] « Önceki konuSonraki konu »
Forum Seçin:  

Türkçe Altyazı © 2007 - 2024 | hd film