Nazlı Kar, Jun'ichiro Tanizaki, Can Yayınları, Çeviri: Esin Esen
1. Baskı, Aralık 2015, İstanbul, 840 Sf
Esin Esen'in Japonca aslından çevirerek günümüze kazandırdığı Japon Edebiyatı'ndan bir eser. Çevirinin tadı da güzeldi. Girizgâh bölümünde Esin Esen'in romanı çeviriye hazırladığı sürecin detaylandırması mevcut.
Kitabın adını görünce karlı bir eser bekledim. Ama öyle çıkmadı. Kiraz çiçeklerinin baharda dökülmesine, Japon şiirindeki söz sanatıyla bağdaştırılarak kar anlamı yükletilmiş.
Kitabın konusuna gelince; dört kız kardeşin hayatı anlatılıyor. Bu dört hayat odak hâline gelirken mevsimsel geçişlerin ve zaman kavramının vurgusu da göz ardı edilmiyor. Japon Edebiyatı'nın sanatsal değerlerinin(Özellikle resim sanatı, tiyatro, müzik, dans çok fazla işleniyor. Bu alanlardaki usta sanatçıların tarzlarından falan da detaylıca bahsediliyor. Tablo isimlerine kadar üstelik. Tam bir detay örgüsü eser.) yanı sıra Japonya'nın ananeleri de işleniyor. Ananelerin insan davranışları üzerindeki etkilerinden çokça duruluyor. Kitaba genel hattıyla ''Kadın Roman''ı demek yanlış olmaz.
Tanizaki eserlerini iki şekilde ele alır genelde. Birincisi; okuyucusunu derinden sarsacak şekilde cinsel konuları ele aldığı eserleri, ikincisi; Japon toplumunun değişimi, Batı kavramlarının etkisi ki bu eserinde ikinci eğilimi kullanıyor. Japon toplumunun değişim sürecindeki etkilerden bahsederken dönemin olayları üzerinde ayrıntılı durmuyor. Bunun da sebebini şöyle açıklayabiliriz: Eser önce tefrika olarak yayımlanıyor. Bu yüzden 2. Dünya Savaşı'nın çıktığı dönemde yazılan romanda savaşa dair çok az şey yer alıyor. Daha çok ürkekçe geçiştirilmiş diyebiliriz. Kitapta sadece üç beş yerde savaşın etkilerinden bahsediliyor. O da üstü kapalı şekilde. Bunda daha çok eserin tefrika olarak yayımlanmaya başlandığı dönemdeki Japon yönetiminin ve kitap olarak basıldığı dönemde 2. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış Japonya'nın işgâl altında olmasının etkisi vardır.
Zamanın varlıklı ailesi olan bu dört kız kardeş, değişen ve Batı kavramlarının yavaş yavaş ülkeye hâkim olmasıyla -eserde kardeşlerin üçü geleneksel kıyafet giyerken biri hep Batı usulü giyiniyor ve bu sıkça vurgulanıyor- soylu adlarını korumaya çalışıyorlar. Bu işlenişin yanı sıra kardeşlerden birinin yaptığı hata ablası Yukiko'ya mâl edilerek itibarı zedelendiği için uzunca süre evlenemiyor. Tüm görücü usulü görüşmelerden eli boş dönüyor. Bir süre sonra bunu Koyun yılında doğmuş olmasına yoruyorlar. Koyun yılında doğanların uğursuz oldukları inancı hâkim çünkü.
Çevreye, ananelere olan saygının ve insan ilişkilerinin dışında kadın-erkek ilişkileri de işleniyor. İnsanı kitaba bağlayan yer, Japon kültürüne dair işlenişler. Müzikler, tiyatrolar, eğlenceler, kutlanan özel günler gibi. Bilhassa mevsimsel yapılan kutlamalar ve kiraz çiçeklerinin dökülme seyri ile ateş böceklerinin seyri gibi. Adamlar ateş böceklerine bile seyir günü düzenlemiş.
Genel olarak güzeldi kitap. Japon kültürüne dair ansiklopedi gibiydi.
Japonya'ya dair vurgulanan diğer husus; en küçük şeylerin dahi değerini bilmeleri. Ateş böceklerinin ve kiraz çiçeklerinin dökülmesinin seyrine dair özel kutlama günlerinin olmasında olduğu gibi. Doğa ve canlılar, hayatın bize sunduğu huzur verici bir sanat onlara göre. Kutsallığı var. Bundan sebep şiirlere dahi konu ediyorlar.
Çevirmen de layıkıyla çevirmiş. Kitapta ortamına ve bölgesine göre farklı lehçeler kullanıldığı belirtiliyor. (Osaka ve Tokyo Lehçesi gibi.) Esin Esen çeviriyi yaparken Hepburn Yöntemi'ni kullanmış. Yani seslerin Türkçe okunuşlarıyla yazılmasında olduğu gibi. Yazarın adından örnekseyecek olursam; adı Jun'ichiro Tanizaki olmasına rağmen kimi sitelerde ya da bazı yayınevlerinde bu yöntemden ötürü Cuniçiro Tanizaki şeklinde geçer. Kitabın içindeki bazı terimler de bu şekilde kullanılmış. Buna Hepburn Yöntemi diyorlarmış. (:
Dalgaların Sesi, Yukio Mişima, Can Yayınları, Çeviri: Zeyyat Selimoğlu,
Japonca Aslıyla Karşılaştıran: Çiğdem Atasayar, 1.Baskı, Kasım 2014, İstanbul, 174 Sf
Şinji, balıkçıların yanında çalışan, işini zevkle yapan fakir bir ailenin çocuğudur. Deniz onun için kafasını yaşamın buhranlarından uzaklaştıran ayrı bir dünyadır. Balıkçı gençlerle aralarında kurdukları bir topluluk var buna da Gençler Birliği demişler. İlk okuyuşta futbol takımı akla geliyor elbette. Hikâyenin tüm ciddiyeti koptu bende orada. Şey gibi olmuş burası biraz: Çevirmen Japonların kendine özgü yerel tabirini çevirememiş de bize uyarlamış gibi. Aşırı yerelleştirmenin gazabına uğrayan çeviriler oluyor böyle. Neyse sonra ciddiyetimi toparlayıp devam ediyorum. Gençler Birliği toplantıları genelde geceleri yapılıyor. Bu da balıkçı gençlerin tek eğlencesi bir nevi. Şinji hep aynı köşeye kurulur dizini karnına çeker ve dedikodulara kulak kabartmakla yetinir. Toplantıyı yürüten Yasuo adındaki zengin bebesi olur. Her şeyin başı Yasuo. Babasının nüfuzlu oluşuna ve zengin oluşuna güvenerek tüm idareyi kendi elinde toplar ve işlerden kaytarır. Kimse de babasına olan minnet ve saygıdan ötürü laf söz edemez ona. Ekmek elden su gölden yaşar, ona buna sataşır, birilerinin göz diktiği kıza musallat olur. Bir fosforlu saati var ya her kızı tavlama hakkı ondadır kendince. İşi gücü aylaklık ve alaycılık. İnsanlar hakkında dedikodu yayan, kendisine yüz vermeyen kızların gazozuna ilaç atan kaba tabirle Yeşilçam'ın kötüsü diyebiliriz. Gün gelir Şinji'nin ve Yasuo'nun alışılagelmiş yaşantısına Hatsue adında bir kız müdahil olur. Hatsue, güzelliğiyle nam salmış körpecik bir genç kız. Yasuo'nun fiziksel olarak, Şinji'nin ise kalbî olarak yanaştığı bir kız. Bu ilişki tablosunda Şinji'ye masum duygular besleyen Çiyoko adında, kendini güzel bulmayan, yüzünün çirkinliğini babasından aldığını düşünüp kendiyle barışık olmayan ama yine de yüreğini Şinji'den alamayan bir zavallı daha var.
Balıkçıların yaşam mücadelesini konu alan kitaba ergenlerin sevgi pıtırcıklarını bulaştırarak iyi etmemiş yazar. Böylesine deniz kokulu hikâyeye sevmek, sevişmek eylemlerini sokunca tüm büyüsü bozulmuş kitabın. Yeni yeni boy atmış gençlerin cinsel dürtülerini âşk diye kitaba sokmak bana samimi gelmiyor duygusal anlamda. Yukio Mişima da diğer Japon yazarlar gibi çıplak vücut tasvirlerini şairane betimleyen yazarlardan biri lakin bu kitabında o kadar sığ kalmış ki yetişkin hikâyesi olsaydı belki kalemini daha güçlü konuşturabilirdi. Tek belirgin olanı memeler üzerine yaptığı betimlemesi. Genel olarak kitabın kurgusu zayıf kalmış yazarın diğer eserlerine oranla.
Kitabı okumaya başladığım sırada bulunduğum yerdeki deniz feneri, denizden esen rüzgârın yosunlu kokusu, dalgalı denizin kayalara vururken çıkardığı o homurtulu sesi, balkondaki rüzgâr çanının birbirine değerken çıkardığı o cılız cam kırıkları sesi kitapta anlatılanlarla birebir özdeşti. Kitaptaki atmosferi o anda yaşıyor oluşum kitabı on boyutlu yaşıyormuşum gibi hissettirdi.
Çeviri noktasında çetrefilli bir dili yoktu. Birkaç kulak tırmalayan yer dışında duraksamaya yol açacak bir sivrilik de yoktu. Sade ve usturuplu bir anlatımı vardı. Kulak tırmalayan en belirgin yer de ''yıldırım posta'' tabiriydi. Acele posta tabirini duyduk da yıldırım posta demesindeki sebep ne ola ki? Yıldırım nikâhı çağrışımı yapıyor.
Gelelim yazara:
Yukio Mişima zamanın hukukçusuymuş. Lakin bir yıl çalışabilmiş o meslekte sonra istifa etmiş. Bütün zamanını yazmaya ayırmış. Gelin görün ki o da intihar eden yazarlar listesine adını kazıtıyor. İntiharı birkaç yazarın eserine - Henry Miller'ın Reflections On The Death Of Mishima ve Marguerite Yourcenar'ın Mişima Ya Da Boşluk Algısı adlı eserlerine - konu oluyor.
Başka Zaman Kütüphaneleri, Zoran Živković, İstiklal Kitabevi, Çeviri: Cumhur Orancı
1.Baskı, Mart 2006, İstanbul, 131 Sf.
İçinde altı öykü barındırıyor eser. Bu öyküler tamamen başrolünü kitapların oluşturduğu bir ütopyaya dayanıyor. Kitaplar tarafından yönetilen bir ütopya. Bu ütopyaların her birine kütüphane adını vermişler. İmkânsızı ve gizemli dokunuşları işleyen kütüphaneler söz konusu. Kütüphane isimleri şu şekilde adlandırılmış:
1. Sanal Kütüphane: Bu kısım okuru içine çekmek için biraz gizemli kılınmış. E-posta adreslerinin o bitmek bilmeyen virüs içerikli mesajlarının arasında beliren bir kütüphane. Daha yazmadığınız eserlerinizi içeren ve size dair bilgilerin bile ihtimali olduğu, dünyanın tüm kitaplarını içeren sanal bir kütüphane sözde. İnsanın merakını nereden tutacağını iyi biliyor yazar. Aslında insanı tutan yazar değil ''kitap''ların ta kendisi. Hâkimiyet kitaplarda ve okuru yönlendiren de kitaplar. Yazar ise tüm bu kütüphane türlerini tatlarla eşleştiriyor. Sanal kütüphaneden aldığı tadı Rus salatasına benzetmiş mesela.
2. Ev Kütüphanesi: Bu kısım ise posta kutusunda beliren Dünya Edebiyatı adlı seriyi işliyor. En güzel alıntı ise '' Kitaplara ne kadar çok yer verirseniz verin asla yetinmezler.'' oluyor. Bu alıntıyı görünce gözüme, kitaplığıma sığmayan ve elbise dolabımı işgal etmiş kitaplarım ilişiyor. Yüzümde beliren tebessümle bu alıntının haklılığını desteklemiş oldum.
3. Gece Kütüphanesi: Adından da anlaşılacağı üzere gece açık olan kütüphaneyi konu alıyor lakin insanı ürpertecek şekilde. Bu kütüphane türünü beğendim aslında. Ama kendi hayatımı okumak istemezdim. Hipnoz edilmeyi çok merak etmeme rağmen kendimle ilgili bastırılmış ve geçmiş şeyleri gün yüzüne çıkartmak istememek gibi bir şey bu. İşte aklıma gelen hipnoz oldu bu hikâyeyi okuyunca. Ne garip çağrışımlarım varmış benim de. Ne yönde alaka kurduğumu ben dahi çözemedim.
4. Cehennem Kütüphanesi: En sevdiğim bu hikâye oldu. ''Her çağın kendi cehennemi vardır. Bugün bu cehennem kütüphanedir.'' diyor alıntıda. Salt bu cümle yetiyor aslında bu kısmı açıklamaya. Çünkü ilk okuyuşta önyargı kavramı oluşan okurları tespit etmiş oluyor. Bu cümleyi birinin yüzüne karşı kurun önyargılı olanları ayırırsınız direkt kenara. Önyargı Tespit Edici diyebiliriz. Bir kütüphane neden cehennem olarak nitelendirilsin ki yoksa değil mi? İnsanları kütüphanelere hapsederek tedavi etsek nasıl olurdu? Bu kütüphane şeklinin amacı da o zaten. İnsanlara, ceza olarak gördükleri kitap okumanın aslında bir tedavi olduğunu aşılamak. Kitapta bunu terapi olarak adlandırıyor.
5. En Küçük Kütüphane: Cep boy kütüphane desek yanlış olmaz. Elinizde tüm dünyaya ve o dünyadaki tüm kitaplara açılan tek bir kitap olduğunu düşünün. İşte aynen öyle bir şey.
6. Soylu Kütüphane: En havalısı da bu. Ama en inatçısı da bu. Zor Ölüm filmi gibi ölmeyen kitap. Sürekli geri gelen, lanetli gibi peşinizi bırakmayan bir kitap var bu sefer karşımızda. Bu bölümde Testere serisi de aklıma geldi. O kadar inatçı ki kitap ''I want to play a game.'' diyecek sanırım birazdan dedim. Zaten Başka Zaman Kütüphaneleri'ni okurken bir nevi kitaplar tarafından hazırlanmış dedektiflik oyununda gibi hissediyorsunuz. Siz kitabı okumuyorsunuz, kitap sizi okuyor aslında. İşlenen konular ve kurgu güzeldi. Gerçeklikten çıkıp düşlerde gezinti yapıyorsunuz ama aklınız da bulanıyor. Uyku mahmurluğunda kitapların ağına tutulmuş da tam olarak uyanamadığınız bir evrede, her şey olup bitmiş siz rüyada gördüm sanmışsınız gibi kalıyorsunuz kitabın sonunda.
Çeviri noktasına gelince ben kitabı İstiklal Kitabevi basımından okudum ama Zepros basımıyla da kıyasladım. Çevirmen aynı olsa da sanırım yayınevi tarafından cümlelerde oynama olmuş çünkü Zepros'un cümleleri çok dağınıktı ve motamottu. Cümleler yeniden elden geçmiş keşke geçmeseymiş. Ben beğenmedim o hâlini. Yabancı dildeki kelimeler ilk anlamında kullanılmış gibi yorum katılarak toparlanmamıştı. Çeviri kokuyordu adeta. O yüzden İstiklal Kitabevi'nden olanı alıp okudum. En azından daha derli topluydu. Her gördüğü devrik cümleyi toparlayıp duran yayınevlerine anlam veremiyorum zaten. Üsluba çok fazla yeniden müdahaleyi doğru bulmuyorum. Akışı etkiliyor. Genel olarak tadımlık bir eser diyebiliriz kitap için. Orta karar yani.
Noktürnler-Müziğe Ve Geceye Dair Öyküler, Kazuo İşiguro, Turkuvaz Kitap,
Çeviri: Zeynep Erkut, 1. Baskı, Ekim 2011, İstanbul, 189 Sf.
Caz, Blues, Swing Esintisi
Kitap beş öyküden oluşuyor. Adından da anlaşılacağı üzere müziğe dair bu öyküler. Öykü adları sırasıyla şöyle:
- Aşk Şarkıcısı
- Come Rain Or Come Shine
- Malvern Hills
- Noktürn
- Çellistler
Yazanı Japon bir yazar olduğu için Japonya'ya özgü bir müzikî öyküler yer alacak sandım ama öyle değil. Caz, blues, swing ruhları hâkim tamamen. Her öyküde müzik yapan ya da yapmak isteyen, ya da müzik yapıp da sesini duyurmaya çabalayan ya da yılların eskittiği müzisyenlerin, sanatçıların yaşadıkları sıkıntıları, çaresizlikleri, müziğin götürdüğü yabancı ülkelerde çektikleri yabancılıkları, ayak uydurma çabalarını ve toplumun aradığı görsel estetikten yoksun oluşlarının verdiği kaybedişten, sosyolojik baskıdan bahsediyor.
İlk öyküde (Aşk Şarkıcısı) yılların eskitemediği Tony Gardner adlı müzisyenin yine kendisi gibi sanatçı olan eşi Lindy Gardner'a serenat yapmak için o sırada Venedik'te bir sokakta konser veren genç yetenekten aldığı yardımı ele alıyor. Tony Gardner söyleyecek, genç yetenekse gitarla eşlik edecek. Bir kanoyla eşinin kaldığı otelin penceresinin altında ışığın yanmasını bekliyorlar. O kadar samimi bir romantizm havası hâkim oluyor ki burada insan zihninde. Aynı zamanda o atmosferi betimlediği yerde benim zihnimde Keloğlan'ın ''Keloğlan Aramızda'' filminde kayıkta serenat yaptığı sahne canlandı. Tam o kısımda gülümsemekle hüzünlenmek duyguları bütünleşiyor. Çünkü son serenattır o.
Öyküler birbirinden bağımsız. Sadece ilk ve son öyküler, öyküleri bir noktada birbirine bağlıyor. Tüm öykülerin birleştiği konu ise gençlik ideallerinin, âşkın, romantizmin zamana karşı aldığı değişimler, dönüşümler... Zamana yenik düşen tüm duyguların, tüm yaşantıların, biriken anıların zamandan etkilenmeden ilk tazeliği, güzelliği, hüznü ve kederiyle müzikte buluştuğunu vurguluyor. Müzikte gizleniyor âşklar, hayaller ve müzikte ebedileşiyor. Bu aktarıma ince mizahı da katıyor.
Müzikte yetenekli doğmakla sonradan yetenekli olmak üzerindeki zorlukları her iki taraf açısından ele alıyor. Bunu Noktürn adlı öyküde daha iyi açıklıyor. İki müzisyen var; biri doğuştan yetenekli ama çirkin bir simaya sahip olduğu için toplum arasına karışıp üne kavuşamıyor, diğeri ise çabalayarak yeteneğini geliştiren biri ve ödüle layık görülüyor. Ama ödülün bu kadar kötü çalan birine verilmesini haksız görüp referans aracılığıyla ödülü kaptığını söylüyor diğeri. Ama kime göre kötü? Ve soruyor kadın: ''Onun senden kötü çalıyor olması ve doğuştan yetenekli olmaması yeteneksiz ve ödülü hak etmediği anlamı mı taşır? Senin çaba göstermeden sergilediğin bu yeteneğin için onlar ne kadar çabalıyor, nasıl badireler atlatıyor biliyor musun ki haksız olduğunu iddia ediyorsun? ''
Sade anlaşılır anlatımı vardı öykülerin ama en heyecanlı yerinde bitiyor yine. Tadımlık olmuş tam. İtalya, Londra, Hollywood mekânlarında geçmesi ve caz, soul ruhunu işlemesi kitabın artısı bana göre, haricinde beni sarmazdı.
Çeviri noktasında da çevirmen Japonca aslından çevirmediği için just, fuck, really yazan her yere ''sadece, kahrolası, lanet olası, gerçekten'' ifadelerini kimi yerlerde çok sık tekrar ettiği için motamotluktan çıkamamış.
Kitapta bahsi geçen birkaç sanatçı, şarkılar ve kitap:
- Sanatçılar: Frank Sinatra, Bing Crosby, Ella Fitzgerald, Glenn Campbell, Dean Martin, Chet Baker, Joe Pass, Irving Berlin, Cole Porter, Sarah Vaughan, Peggy Lee, Julie London, Ray Charles, George Gershwin, Bill Evans, Billy Holiday, Fred Astaire ve Ginger Rogers, Clifford Brown, Vaughan Williams, Wayne Shorter, Leoš Janáček, Nelson Riddle, Ben Webster, Abba
- Şarkılar: Dancing Queen(Abba), Autumn Leaves, The Nearness Of You, Georgia On My Mind, Come Rain Or Come Shine(Ray Charles), April In Paris, Lover Man, Cheek To Cheek(Irving Berlin), Begin To Beguine(Cole Porter), Here's That Rainy Day, It Never Entered My Mind, I Fall In Love Too Easily, One For My Baby, By The Time I Get To Phoenix
- Kitap: Jane Austen/Mansfield Park, Philip Roth'un bir kitabı.
Ah Rüzgarda Giden Aşk, Federico Garcia Lorca, Islık Yayınları,
Yayına Hazırlayan: Fahri Özdemir, 1. Baskı, Ekim 2015, İstanbul, 160 Sf
İspanyol şair, müzisyen, ressam, oyun yazarı ve aynı zamanda hukukçu olan Federico Garcia Lorca'nın toplu şiir kitabının Islık Yayınları tarafından bölünerek bir kısım şiirlerinin yer aldığı bir şiir kitabı. Kitapta yer alan şiirlerinin çevirmenleri aynı değil. Bir kısmı Fahri Özdemir'e bir kısmı başka çevirmenlere ait. Farklı kalemlerden çıkan etkileyici dizelere sahip şiirlerden oluşuyor. Defalarca kez okusanız yine sıkılmazsınız. Lorca zaten hayatını yaşarken ve şiirlerini oluşturma sürecinden geçerken siyasi olayların ve etnik-ideolojik temizliklerin baş göstermesiyle zorluklar çekiyor lakin o da nasibini alıyor bu savaştan ve Falanjistler tarafından kurşuna diziliyor. Şiirleri daha çok sade ama etkili bir derinliğe sahip. Her şiirinde bir ressam edasıyla farklı bir renk kullanıyor. Bunda Salvadir Dali'ye olan sırılsıklam aşkı da etkili olabilir. Birden çok sanat dalına yeteneği olduğu için şiirlerini görsel ve işitsel olarak yoğurup bizi o hissin içine sokmayı başarmıştır. Çünkü kimi şiirlerinde kendinizi bir tiyatroda oyun sergileyen karakterlerden biri gibi hissederken kimisinde ise zihninizde notalar dolaşabiliyor. Rengarenk boyalarla duygu yüklü bir ahenk tutturmuş. Şiirindeki doğaya dair unsurlar da iyi bir doğa gözlemcisi olduğunun belirtisi. Ağustos böcekleri, karıncalar, sümüklü böcekler, kurbağalar, yıldızlar, yağmur taneleri hemen hemen her şiirinde birer simge olarak beliriveriyor. Mitolojik öğelerden tutun da şarkılara, türkülere, balad'lara, od'lara, romencero'lara, ağıtlara kadar ve kişileştirilen cansız varlıklara kadar her tür simge karşımıza çıkabilir. O yüzden şiirlerinde sanatın, doğu batı ayrımı yapmaksızın her türlü kültürel öğe sizi karşılar. Bir kuple alıntı da bırakayım bir şiirinden:
Alıntı:
UMUTSUZ AŞKA GAZEL
İstemiyor gelmeyi gece,
ne sen gelesin
ne de ben gidebileyim diye.
Ama ben gideceğim
şakaklarımı parçalasalar da akrepten güneşler.
Ama sen geleceksin
tuz yağmurlarında yanmış dilinle.
İstemiyor gelmeyi gün,
ne sen gelesin
ne de ben gideyim diye.
Ama ben gideceğim
örselenmiş karanfilimi kurbağalara bırakıp.
Ama sen geleceksin
Karanlığın kokuşmuş pisliklerinden.
Ama istemiyor gelmeyi ne gece ne de gündüz;
Çünkü yanmamı istiyor senin sevdandan,
Senin de benim sevdamdan.
(Tercüme: Fahri Özdemir)
Ve Aşktan Olacak Ölümüm, Pablo Neruda, Islık Yayınları,
Yayına Hazırlayan: Fahri Özdemir, Eylül 2015, 1. Baskı, İstanbul, 158 Sf
Pablo Neruda'yı bilen bilir. Bilmeyen de Il Postino filminden tanır. Orada da bu Şilili yazar ve şairi konu ediniyordu zaten film. Pablo'nun, Federico Garcia Lorca'nın eserinde Lorca'nın ölümünden çok etkilendiğinin bahsi geçer. Pablo Neruda da siyasi ve sosyolojik dönemin getirdiği zor şartlarda eserlerini üreten bir şair ki çoğu şiirlerinde bunun etkisi görülür. Hükümet elçisi olduğu dönemdeki şiirlerinde ezoterik sürrealizm çok görülmekte. Pablo Neruda da çok kapsamlı ve değişik türdeki akımları içinde barındıran şiirleriyle şiirseverlerine farklı notalar sunan şairlerden. Yine bu kitaptaki bir şiirinden alıntı:
Alıntı:
GEMİ
Yolculuk ücretini verdikse bu dünyada, neden
Neden bırakmıyorlar bizi oturalım, yemek yiyelim?
Bulutlara bakmak istiyoruz,
Güneşte yanmak, tuz koklamak.
Kimseyi tedirgin etmek gelmiyor içimizden.
Neden edelim zaten: biz birer yolcuyuz sadece.
Gidiyoruz, zamanı da götürüyoruz bizimle.
Deniz geçiyor yanımızdan, üstünde bir gül var,
Gölgede gidiyor dünya, aydınlıkta.
Siz de gelin bizim gibi, biz yolcular.
...
Hiçbir hakkımız yok şimdi elimizde,
Öyle diyorsunuz, gemide yer yok.
Bizimle konuşmuyorsunuz,
Oynamıyorsunuz bizimle.
Neden bu üstünlüğünüz, neden?
Kim kaşık verdi daha doğmadan size?
(Tercüme: Ülkü Tamer)
Şiirin tamamını almadım merak edenler kitabını okusun. (: Bu kitapta da şiirleri tek bir çevirmen çevirmemiş. Pablo Neruda benim en sevdiğim şairlerden. Şiirlerinde büyük bir zenginlik ve çeşitlilik mevcut ki bunları çok iyi harmanlamış. Aynı şekilde Federico Garcia Lorca da öyle. Tutkulu aşkını hissettiği coşkuyla yansıtırken onunla birlikte siz de o aşkı yaşıyorsunuz. Ya da devrimci ruhunu, insanlığa olan sevgisini şiirlerine ilmek ilmek işlerken her ilmekte siz de düğümleniyorsunuz. Bu da bir başka şiiri:
Alıntı:
Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız,
yeniden doğarız ölümlerle.
Kappa, Ryunosuke Akutagava, Çeviri: Oğuz Baykara,
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2. Baskı, Şubat 2015, İstanbul, 77 Sf
Ryunosuke Akutagava en sevdiğim Japon yazarlardan. Kappa kitabı 77 sayfalık bir kitap olmasına rağmen o kadar dolu dolu bir kurguya sahip ki. Bu kitabı her gördüğümde Kappa'yı çok merak ederdim sonunda okuma şansım oldu. Kappa, Japon folklorunda nehirlerde yaşayan, el ve ayakları perdeli, kafalarının üst kısmı tabak gibi düz, hayalî varlıklarmış. Akutagava da bu uzun öyküsünde Kappa'yı metaforize ederek hayalindeki dünya ile gerçek dünya arasındaki farkı hiciv yoluyla anlatıyor. Kappaların ve onların dünyasının sizdeki imgelemi kitabı tek solukta bitirmeye iterken aynı zamanda bitirmemek için mücadele veriyorsunuz. Mükemmel bir kitap. Akutagava'nın kendisinden, hayal gücünden ve düşünce yapısından sanatın neredeyse her dalı etkilenmiş. Çoğu filme ve yapıta konu olmuş eserleri. Dünyalar arasında seyahat ederken Kappalar vasıtasıyla değinmediği konu neredeyse yok gibi. Siyasal, toplumsal, psikolojik sorunlara değinirken toplumsal değerlerin göreceli oluşuna, savaşın anlamsızlığına, kapitalizmin acımasızlığına, ekonomik sömürüye, işçi kıyımlarına da değiniyor. Özellikle işçi kıyımlarından bahsederken kullandığı örnekseme çok çarpıcı. Niteliksiz işçiler bir nevi iş görmeze/arızaya çıkıyor ve o işçileri yiyorlar. Bunu garipseyen Kappalar Ülkesi'ne düşen gerçek dünyadan olan kişiye ise savunma olarak ''İşçi Kıyım Yasası''ndan bahsediyorlar. Yani bu bir yasayla korunuyor. Sonrasında kadın erkek ilişkilerinin çarpıklığından bahsediyor, kadın kappalar erkek kappaların peşinden koşarken onları hasta edecek, yataklara düşürecek noktaya kadar getiriyor işi. Yani bir ortası yok ilişkinin. Kadın kappalar tarafından kovalanmak erkek kappalar için bir tür evlenme seremonisi olsa da kimi zaman ince hastalığa(âşktan düşülenden değil) düşürecek derecede çileden çıkartan bir kovalamadan öteye geçmiyor.
Sanatçıların kibri, aydınların yalnızlığı, sansürün saçmalığı, ailevi ilişkilerdeki duygusal sömürü dile getirilmekte, din, edebiyat, parapsikoloji, basın-yayın gibi pek çok konu birbiri ardınca ilginç olaylar silsilesi içinde ele alınmakta. Bunların ele alınış şekli ise alışılagelmişin tam tersi. İnsanlarca kabul görülmüş uygulamaları çöpe atmış tamamen aykırı görülen bakış açısından değerlendirmiş olayları. Okunmasını tavsiye ederim. Az, öz ama dolu dolu bir eser.
Dipnot: Kitapları her ne kadar daha önce bitirsem de yoğunluktan okuduğum kitaplar hakkında bir şeyler yazmak biraz daha sarkıyor. Uzun olmasını da mazur görün artık. Kitapla kalın. (: