Giriş Kayıt
“Görsel Haz ve Anlatı Sineması” Üzerine, King Vidor’un Duel in The Sun ~Laura Mulvey~
Yeni Konu Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [1 Mesaj] « Önceki konuSonraki konu »
Yazar Mesaj
ubi bene ibi patria
Müdavim


Kayıt: 26.02.2010
İletiler: 7469
Şehir: Unutulmuş Başarılar Kenti


Özel mesaj gönder
ubi bene ibi patria Müdavim
 “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” Üzerine, King Vidor’un Duel in The Sun ~Laura Mulvey~
"Görsel Haz ve AS.” Üzerine, King Vidor’un Duel in The Sun’ının(1946) Esiniyle Sonradan Düşünülenler

(Afterthoughts on "Visual Pleasure and Narrative Cinema" inspired by Duel in the Sun by Laura Mulvey)


“Görsel Haz ve Anlatı Sineması” Üzerine, King Vidor’un Duel in The Sun’ının (1946) Esiniyle Sonradan Düşünülenler

Laura Mulvey


‘Görsel Haz ve Anlatı Sineması’ adlı makalemin Screen’de yayınlanmasından sonraki yıllar boyunca bana, seyirci için neden yalnızca erkek üçüncü tekil şahıs kullandığım pek çok kez soruldu. O sırada, herhangi bir gerçek bir film seyircisinin hakiki cinsiyeti (ya da olası aykırılıkları) ne olursa olsun, ben, seyirci pozisyonunun “eleştirilmesi” ile perdedeki kadın imgesi arasındaki ilişkiyle ilgileniyordum. Haz ve özdeşleşmenin kurulmuş kalıpları erilliği bir “görüş noktası” olarak kabul ettirir; bu aynı zamanda, eril üçüncü tekil şahsın genel kullanımında da açığa çıkan bir görüş noktasıdır. Bununla birlikte , “izleyiciler arasındaki kadınlar ne olacak?” sorusunun ısrarlı yinelenişi ve benim Hollywood melodramına (bu konu “Görsel Haz’da benzer biçimde bir yana bırakılmıştı) yönelik sevgim, aslında ironik olarak bilerek kullanılmış olsa da, eril üçüncü tekil şahsın, izlenmesi zorunlu soruşturma yollarını kapattığına beni ikna edecek şekilde bütünleştiler. Sonuçta, Duel in the Sun (Güneşte Düello) ve onun kadın kahramanının cinsel bunalımı iki alanı bir araya getirdi.

Hala “Görsel Haz’daki iddialarımı sürdürmekle birlikte şimdi, öteki iki düşünce çizgisini izlemek istiyorum. Birincisi (“izleyici arasındaki kadınlar” meselesi), kadın seyircinin metnin iskeleti tarafından öylesine sürüklenmekte olup olmadığı; ya da hazzının daha derinlerde köklenmiş ve karmaşık olabileceğidir. İkincisi (“melodram” meselesi), metnin ve ona bağlı karakter özdeşleşmelerinin, anlatı alanının merkezini işgal eden bir dişi karakterce nasıl etkilendiğidir. Birinci mesele söz konusu olduğunda, kadın seyircinin kendini, “erilleştirici”ligi nedeniyle sunulan hazza uyumlayamaması, büyülenmenin sihrinin bozulması daima olasıdır. Öte yandan, böyle olmayabilir de. Kadın seyirci kendini gizlice, neredeyse bilinçsizce, bir erkek kahramanla özdeşleşmenin sağladığı eylem özgürlüğünün ve diegetik dünya üzerindeki denetimin tadını çıkarırken bulabilir. Benim burada ele almak istediğim işte bu kadın izleyicidir. İkinci meseleyi ele alırken, yine benzer bir tarzda değerlendirerek alanı sınırlamak istiyorum. Melodramı genel anlamda tartışmaktansa, esas kahraman olan kadının, kararlı bir cinsel kimliğe ulaşmaktan aciz, edilgin dişiliğin engin mavi deniziyle, geriletici erillik şeytanı arasında parçalanmış olarak gösterildiği filmler üzerinde duracağım.

İki alan arasında, salonda karşılaşılan farkına varılmamış ikileme, perdedeki dramatik çifte genellenmişlik arasında bir geçişme vardır. Bu iki ayrı dünyayı dikkate almamak genellikle tehlikelidir. Çünkü, erkek kahramana dayalı eylem filmlerini seyrederken “erilleştirilmeyi” kabul eden kadınların duyguları meselesi, bir melodramın, “doğru” bir dişilik pozisyonuna karşı koyan kadın kahramanının duyguları aracılığıyla açıklandığında tehlikeye girer. Kadın kahramanın salınımı, kararlı cinsel kimlik elde etmedeki yetersizliği, kadın seyircinin eril “görüş noktası” tarafından yinelenir. Bunların her ikisi, sinemada, “Görsel Haz’ın farklılaştırılmamış seyircisinde eksik olan, cinsel faklılaşmanın güç olduğu hissini yaratır. Freud’un dişilik kuramı, kararsız, salınımlı cinsel farklılığı elle tutulur hale getirir.

Freud ve Dişilik

Freud’a göre, dişilik, cinsiyetlerin hayati paralel gelişme döneminde; hem erkek hem kız çocuklar açısından, onun, eril ya da fallik olarak gördüğü dönemde ortaya çıktığı için karmaşıklaşmıştır. Freud’un dişiliği kavramak için kullandığı terimler, erkek için ortaya terimlerle aynı olduğundan; belirli dilsel sorunlara ve ifade sınırlılıklarına neden olurlar. Bu sorunlar, patriarkal toplumda kadınların hakiki durumlarını gayet iyi biçimde yansıtır (örneğin, genelleştirilmiş eril üçüncü tekil şahıs altında bastırılması gibi). Bir terim, erilin dişiyi var etmesi gibi bir düzen içinde, tamamlayıcı zıddı olan bir ikincisini getirir. Bazı alıntılar:

“Dişilerde de, belirli bir dönemde-fallik denilen evrede, dişiliğin gelişiminin tamamlanmasından önce eril olma çabası, benuyumludur (ego-symtonic). Ancak daha sonra, birçok kez gösterilmiş olduğu gibi, bir kadının dişiliğinin bahtını belirleyen baskılanmanın ciddi süreçlerine yenilir.”

“Burada yalnızca, erken eril dönemin tortusal olgularının, dişiliğin gelişimini tedirginliklere açık bıraktığını vurgulayacağım. Ödip öncesi evreye gerilemeler çok sık ortaya çıkar; bazı kadınların yaşamları boyunca dişiliğin ve erilliğin baskın çıktığı dönemler arasında yinelemeli bir değişim vardır.”

“Cinsel yaşamının itici gücüne ‘libido’ demekteyiz. Cinsel yaşama, eril-dişi kutuplaşması egemendir; böylece cinsel yaşam kendini, libidonun bu antitezle ilişkisini değerlendirerek ileri sürer. Her cinselliğin kendine uygun, özel libidosunun olduğunun, yani bir cins libidonun, eril cinsel yaşamın amaçlarını, öteki cins linidonun ise dişininkileri izlediğinin ortaya çıkması sürpriz olmazdı. Ama böyle bir şey yoktur. Hem eril hem dişi işlevlere hizmet eden tek bir libido vardır.

Libidonun kendine herhangi bir cins atfedemeyiz. Eğer, etkinlikle erillik arasındaki uylaşımsal eşitlemeyi izleyerek libidoyu eril olarak tanımlamaya eğilim gösterirsek onun aynı zamanda pasif hedefli yönelimleri de kapladığını unutmamalıyız. Yine de, ‘dişi libido’ tamlamasının hiçbir haklılığı yoktur. Daha ötesi, dişi işlevin hizmetine zorlandığında libidoya daha çok sınırlama uygulandığı izlenimi taşıyoruz.

Teleolojik açıdan söylersek, doğa onun (bu işlevin) taleplerini erillikte olduğundan daha az hesaba katmıştır. Ve bunun nedeni, bir kez daha teleolojik düşünerek biyolojinin amacının yerine getirilmesinin erkeğin saldırganlığına teslim edilmiş ve kadının rızasından bir ölçüde bağımsız kılınmış olması gerçeğinde yatıyor olabilir.”

Üçüncü pasajdaki ilgi çekici noktalardan biri, Freud’un libidonun işlevi açısından metafor olarak etkin/erili kullanmayı terk edip, metaforik kullanımı geride bırakır görünen, doğa ve biyolojiden yardım ummaya başlamasıdır. Burada iki sorun var: Freud, açık biçimde yalnızca (ama eril ‘görüş noktası’nı bir kez daha onaylayan) verili sosyo-linguistik bir pratiği izleyerek, eril sözcüğünün “uylaşımsal” kullanımını ortaya koyar; bununla birlikte ikinci olarak değil, ve daha büyük bir entelektüel engel inşa edilerek, dişi farklı olarak değil, zıtlaşma anlamında yalnızca bir karşıtlık (edilginlik) ya da benzerlik (fallik evre) olarak kavramsallaştırılabilir. Bu, henüz keşfedilmemiş gizli bir dişiliğin var olduğunu iddia etmek demek değildir (Freud’un ‘Doğa’ sözcüğünü kullanmasının belki de ima ettiği gibi). Ama, patriarki altında dişiliğin erillikle yapısal ilişkisinin önerilen terimler içinde tanımlanamayacağını ya da belirlenemeyeceğini öne sürmektir. Bu yer değiştirme süreci, bu karşıtlık ya da benzerlik terimleriyle tanımlama, kadınları da yine “etkin” ve “edilgin” metaforik karşıtlığı arasında yer değiştirir hale getirir. Doğru yol, dişilik, “etkin olan”ın (Freud’un deyimiyle “fallik evre”) artan baskılanışına götürür. Bu anlamda etkin görüş noktasıyla özdeşleşme sunarak, eril haz etrafında yapılanmış olan Hollywood tür filmleri, kadın seyirciye, cinsel kimliğinin asla tümüyle baskılanamayan bu yitik yönünü, dişicil nevrozun temel olağanını verirler.

Anlatı Grameri ve Cinslerarası Özdeşleşme

Freud’un göndertme yaptığı “uylaşım” (etkin/eril), onun metaforik kullanımının film, halk masalı ya da mit olsun, öyküde tam anlamıyla yer aldığı pek çok popüler anlatıyı (“Görsel Haz’da tartıştığım gibi) inşa eder. Andromeda, tehlike içindeki bir kurban olarak Perseus’un canavarı doğrayıp onu kurtarmasına dek kayaya bağlı kalır. Burada amacım, emeğin bu anıtsal bölünüşünün doğruluğunu, yanlışlığını tartışmak, ya da olumlu kadın kahramanlar talep etmek değil, daha çok, öykünün gramerinin okuyucuyu, dinleyiciyi ya da seyirciyi erkek kahraman ile aynı yere yerleştirdiğini göstermektir. Sinemadaki kadın seyirci, onu bu uylaşıma uyarlayan, kendi cinsinden çıkıp ötekine geçişi rahatlaştıran yıllanmış kültürel gelenekten yararlanabilir. “Görsel Haz” daki iddialarımın ekseni, sinemaya özgü bir hazzı, yani bakışı çevreleyen erotizmi ve kültürel uylaşımları tanımlamak arzusudur. Şimdi bunun tersine, daha çok, popüler sinemanın, bakışınkilerin dışındaki büyülenimlerle birlikte, folk ve kitle kültürünün öteki biçimlerinde ortak olan öykü anlatma geleneklerini nasıl miras aldığını vurgulayacağım.

Freud, “erilliğin”, kadın için bir aşamada benuyumlu olduğuna işaret eder. Onun sözcükleri kullanışıyla ortaya çıkan sorunlar bir an için bir yana bırakıldığında, öykülere ve düşlemelere ilişkin genel sözleri, bu kez ikilemin, psikanalitik değil kültürel açıdan ele alınmasına olanak veren başka bir yaklaşım açısı sağlar. Freud, ego ile erkek kahramanın anlatısal kavramı arasındaki ilişkiyi vurgular:

“Hakiki kahramanca duygu, en iyi yazarlarımızdan birinin benzersiz biçimde ‘bana hiçbir şey olamaz!’ ifadesinde ortaya koyduğu şeydir. Ancak, bu incinmezliğin açıklayıcı niteliği aracılığıyla, her düşlemenin ve her öykünün kahramanını, Zat-ı Şahaneleri Ego’ yu hemencecik tanıyabileceğimiz anlaşılıyor.

Her ne kadar bir delikanlı, hayata atılıp yiğitliği ya da ona yardım edenler aracılığıyla servet kazanarak prensesle evlenmesinin olmayacak bir şey olduğunu pekala bilebilirse de, öyküler, yaşanmışlıktan bir şeyleri ve tahakküm (etkin olan) beklentisini yansıtan eril ihtiras fantazisini betimlerler. Öte yandan, bir genç kız açısından kültürel ve toplumsal geçişme çok daha akıl karıştırıcıdır. Freud’ un, bir genç kızın düşlemelerinin erotik olan üzerine yoğunlaştığına ilişkin önermesi, kızın erken erilliği ve etkin düşlemelerin bu evreyle zorunlu bağlantısına ilişkin olarak kendi durduğu yeri yadsır. Aslında, kadının erotik işlevi genellikle, her şeyin ötesinde anlatı yapısına biçimsel bir çerçeve sağlayan, edilgin olan, bekleyen tarafından (yine Andromeda) temsil edilir. Böylece üç öğe bir araya getirilebilir: Freud’ un kadınlardaki “erillik” kavramı, anlatı gramerinin mantığınca tetiği çekilen özdeşleşmenin ve egonun kendini belirli bir etkin tavırda hayal etme arzusu. Bir metinde arzu, kültürel bir maddesellik kazandığında bu üçü, kadınlar için (çocukluktan itibaren) cinsiyet-ötesi özdeşleşmenin kolayca ikinci doğa haline gelen bir alışkanlık olduğunu öne sürmektedir. Bununla birlikte, bu Doğa rahat durmaz ve ödünç alınmış travesti giysileri içinde tedirgince yer değiştirir.

Western ve Odipal Kişileştirme

“Kadın” ın değişen işlevini gözler önüne sermek üzere, V. Propp’un Morphology of the Folk Tale’ine dayalı karakter işlevi kavramını kullanıp anlatı kalıbında bulunan bir bağlantılar ve dönüşümler zincirini tartışmak istiyorum. Western (kuşkusuz, insanın saymaya yeltenebileceği pek çok sapmayı bir yana bırakırsak), Propp’un halk masallarında çözümlediği ilkel anlatı yapısının kalıntısal damgasını taşır. Aynı şekilde, Westernler, erkek kahramanın geleneksel incinmezliğiyle Freud’un düşlemelere ilişkin söylediklerine yakından bağlıdır. (Öncelikle tür tanımlamasıyla değil, karakterin işlevi ve anlatı kalıbıyla ilgilendiğim için westerne ilişkin böylesi bir çok konu özetlenerek bir yana bırakılıyor.) Buradaki amaçlar açısından Western türü, “kadın” ın, b ir anlatı göstereni olarak ve öyküdeki “etkin” ya da “edilgin” öğelerin kişileştirilmesi aracılığıyla cinsel farklılaşmadaki (“erkeğin” zıddı) işlevi üzerine yorum yapan bir dizi dönüşümler arasında hayati bir bitişme noktası sağlar.

Proppyen masalda , anlatı çerçevesinin önemli bir yönü, prenses ya da benzerince canlandırılan bir işlev olan “evlilik” dir. Bu, cinsiyet özelindeki tek işlevdir ve böylece özünde erkek kahramanın cinsiyeti ve onun evlenebilirliğiyle bağlantılıdır. “Evliliğin “ anlatı çerçevesine yine hayati bir katkıda bulunduğu Westernlerde, bu işlev çoğu kez yeniden üretilir. Ancak, aynı zamanda, bu işlevin varlığı Westernlerde, kendinin zıddı “evlenmeme” biçiminde bir karmaşıklığa olanak vermektedir. Böylece evlilikçe temsil edilen toplumsal bütünleşme halk masalının kaçınılmaz bir yönüyken, Westernlerde bu ya onaylanabilir... ya da onaylanamaz. Bir kahraman prensesi reddedip yalnız kalarak başını göğe erdirebilir (Ranown dizi filmlerindeki Randolp Scott). Proppyen masalların çözümlenişi, Ödip kompleksinin (simgesel bütünleşme) çözümlenişini temsil eder görülebileceğinden, evliliğin reddi, fallik, narsistik her şeye yetme gücünün özlemle kutlanışını somutlaştırır. Aynen Freud’un kızlardaki “fallik” evre üzerine yaptığı yorumların, cinsel gelişme kronolojisinde yeri olmaksızın boşlukta kalışı gibi, bu erkek fenomeni da, Ödip yörüngesine tam olarak birleşmesi zor olan bir oyun ve fantazi evrenine aitmiş gibi görünüyor.

İki cazibe noktası olan, simgeselle (toplumsal bütünleşme ve evlilik) nostaljik narsizm arasındaki gerilim, Western erkek kahramanında, Poppyen masalda karşılaşılmayan, olağan bir ikiye ayrılmaya neden olur. Burada iki işlev ortaya çıkar; biri, evlilik aracılığıyla toplumla bütünleşmenin kutlanması, öteki ise toplumsal talep ve sorumluluklara, her şeyin ötesinde kadın tarafından temsil edilen alan olan evlilik ve aileye direnişin kutlanmasıdır. The Man Who Shot Liberty Valance (Liberty Valance’yi Vuran Adam) gibi bir öykü, bu iki cazibe noktasını yan yana getirir ve izleyicinin fantazisi bunlardan istediğini yeğler. Çifte kahraman arasındaki bu özel gerilim, aynı zamanda dramın altında yatan anlamı, onun simgeselle ilişkisini alışılmamış bir açıklıkla ortaya koyar. Bir halk masalı, erkek kahramanla kötü adam arasındaki çatışma etrafında döner. Liberty Valance’da geriye anlatımı başta bu çizgiyi izler görünmektedir. Anlatı alçakça bir eylemden doğar (Liberty, canavar gibi ortalığı kasıp kavurur). Bununla birlikte öykünün gelişimi bir karmaşıklığı gerektirir. Artık, önemli olan şey, haydutun nasıl yenileceği değil, yenilişinin tarihe nasıl geçeceğidir.

Simgesel bir sistem olarak yasanın koruyucusu mu (Rance), yoksa iyiye ya da doğruya yakın olan, daha ilkel görünümdeki yasanın kişileşmiş hali mi (Tom) galip gelecektir? Liberty Valance, bir geriye dönüş yapısı kullandığından, bu gerilimin keskinliğini de ortaya koymaktadır. “Şimdiki zaman” daki öykünün bir cenaze töreni tarafından devreye sokulması, öykünün bir nostalji ve yitirme duygusu aracılığıyla filizlenmesine neden olur. Ranse Stoddart, Tom Doniphon için yas tutmaktadır.

Bu anlatı yapısı, iki uzlaştırılamaz arasındaki zıtlık üzerine temellenir. İki patika kesişemez. Bir yandan iktidarın, kendini tarih sahnesinden uğurlamak zorunda olan bir bireyde depolanışı ve fallik nitelikler; öte yanda, uzun vadede, asıl tarih olan politik ve mali iktidar tarafından ödüllendirilen bir bireysel iktidarsızlık. Burada işlev evliliği, halk masalında olduğu denli hayatidir. Anlatının çerçevesini yaratmada aynı rolü oynar ama çok daha önemlidir çünkü, “evlilik” yasa koruyucusunun ayrılmaz bir niteliğidir. Bu anlamda, Hallie’nin iki erkek arasındaki seçimi önbelirlenmiştir. Hallie eşittir prenses eşittir ödüllendirilen Ödipal çözüm, eşittir narsistik cinselliğin evlilik aracılığıyla bastırılışı.

Cinselliğin Göstereni Olarak Kadın

Bu uylaşımlarla işleyen bir Westernde işlev “evliliği”, erotik olanı, nihai, birleştirici, toplumsal bir ritüel içinde yüceltir. Bu ritüel, kuşkusuz cinsiyete özgüdür ve bu türün sahilinde herhangi bir dişinin bulunmasının ana mantığıdır. Bu incelikli anlatısal işlev, zaten görsel temsil edilişten ötürü bilinen (örneğin, Görsel Haz’da tartışıldığı gibi), “erotik olan”ı göstermek üzere “kadın”a yönelmeyi, yeniden konumlandırır. Şimdi, öykünün anlamlarını, bir kadını onun merkezine yerleştirerek değiştiren, farklı cinsten bir anlatı söyleminin nasıl üretildiğini tartışmak istiyorum. Bunun için Duel in the Sun bir fırsat sağlıyor.

Film, açıkça bir Western olarak kalmaya devam ederken, türsel evren yer değiştiriyor gibidir. Eylemin yer aldığı (türe ait ç.) çevre mevcut olmakla birlikte filmin öyküsünün dramatik nüvesi bu değil, birbiriyle çelişen iki arzu arasında kısılmış bir kızın içsel dramıdır. Çelişen arzular her şeyden önce, Freud’un kadın cinselliğine ilişkin yukarıda alıntılanan iddiasıyla yakından ilgilidir: yani edilgin dişilikle, gerileştirilmiş erillik arasındaki salınım. Böylece simgesel eşitlik, kadın = cinsellik hala direnmektedir ama artık bu eşitlik, bir imge ya da bir anlatısal işlev olmaktan çok, daha önce bastırılmış ya da geriletilmiş bir anlatısal alanı açığa çıkarır. Bu “Western tipi” öyküde kadın artık cinselliğin göstereni (işlevsel “evlilik”) değildir. Kadının merkezi varlığı , öykünün gerçekten, aşikar biçimde cinselliğe ilişkin olmasına olanak tanır: öykü bir melodram haline gelir. Sanki anlatısal mercek zoom ileri yapıp “sonra ne olacak” diye sormak üzere zarif işlev “evliliği”ni(“ve onlar erdi muradına…”) devreye sokmuş ve “o ne istiyor?” diye sormak için tek önemli anını sahnenin yanında bekleyen prenses figürüne odaklanmış gibidir. Burada kadın tarafından biçimlenmiş dokusuyla melodram için uygun bir türsel ortam buluruz. İkinci soru (“o ne istiyor?”), yukarda Libert Valance örneğinde betimlediğim gibi erkek kahramanın işlevi ikiye bölündüğünde, kadın kahramanın işlevi ikiye bölündüğünde, kadın kahramanın seçimi yasanın koruyucusunun evlilik mührüyle şereflendirdiğinde daha büyük bir önem kazanır. Duel in the Sun bu soruyu gündeme getirmektedir.

Duel in the Sun’daki iki (zıt) erkek karakterin, Lewt ve Jesse’nın ikonografik nitelikleri, Liberty Valance’daki Tom ve Ranse’inkilerle çok büyük benzerlik taşır. Ancak şimdi, Ranse ve Tom arasındaki zıtlığa (ki, tarih ve yasa üzerine soyut ve alegorik bir çalışmayı temsil etmektedir) tümüyle farklı bir anlam yüklenmiştir. İki erkek arasında kalan Pearl öykünün merkezinde olduğundan, erkeklerin, onları birbirinden farklı kılan nitelikleri, anlamın Pearl’den gelmesini gerektirir ve onun istekve arzusunun değişik yönlerini temsil ederler. Bunlar daha önce Liberty Valance için söz edilen erkek kahraman kavramında değil, Pearl’deki parçalanmayı somutlaştırırlar.

Bununla birlikte, psikanalitik bakış açısından çarpıcı bir benzer model ortaya çıkar, Jesse (nitelikleri: kitaplar, koyu renk giysi, meşru hünerler, öğrenme ve kültür aşkı, Vali olmaya yazgılanmışlığı, para, vb.), Pearl için, edilgin cinselliği ve bir “hanım” olmayı öğrenmeye, her şeyin ötesinde toplumsal olarak geçerli bir dişilik kavramında yücelmeye giden “doğru” yolu işaret eder. Lewt ise (nitelikleri: tabancalar, atlar, at binme hüneri, Western davranışları, kültürden tiksinti, yasa dışı olarak ölmeye yazgılanmışlığı, kişisel güç ve kişisel iktidar), olgunluğa değil, geriletici, rekabet ve oyunun karışımı üzerine temellenmiş bir kız/oğlan cinsel tutku önerir. Pearl, Lewt’le erkek tavırlı bir kız olabilecektir (ata binen, yüzen, ateş eden). Böylece Ödipal boyut sabit kalır ama artık dişilik açısından temsil ettiği cinsel kararsızlığı aydınlatmaktadır.

Son tahlilde, Pearl için, Lewt’in kadın düşmanı maşizmo dünyasında, Jesse’nin potansiyel nişanlısı olarak arzuları için bulduğundan daha fazla yer yoktur. Film, onun cinsel kimliğindeki, değişik gelişme yolları arasında, faklı çaresizlikler arasında bir dizi gidiş gelişden oluşur. Her ne kadar, geriletici fallik erkek kahraman (Liberty Valance’daki Tom) dengeli ve anlamlı bir yere sahipse de (gerçi lanetli bir yer), Paerl, kendinin ve erkek dünyasının kavuşacağı bir “dişilik” kurmakta ya da bulmakta başarısızdır. Bu anlamda, erkek karakterler Paerl’in ikilemini somutlarsa da sonunda Pearl’in yıkan onların kurallarıdır. Ancak bir kez daha, anlatısal dram, simgesele fallik, geriletici karşı koyuşu mahkum eder. Lewt, Pearl’in eril yanı, toplumsal düzenin dışına düşer. Pearl’in erilliği, ona haydutu öldürmeyi başarıp kahraman olmanın “gereçlerini” sağlar. Aşıklar birbirlerini vurur ve birbirlerinin kollarında ölürler. Belki de, Duel in the Sun’da, Pearl ile Lewt arasındaki erotik ilişki, aynı zamanda. Yasanın gelmesiyle birlikte erkek kahramanın parçalanması tarafından tehlikeye sokulan, ilkel masaldaki kahramanla haydut arasındaki çifte bağımlılığı sergilemektedir.

Duel in the Sun’da, Pearl’in bir “hanım” olmadaki yeteneksizliği, mükemmel bir hanımın, Pearl’in boşa çıkan umudunun bir hayaletiymişcesine Jesse’nin gelecekteki mükemmel karısı olarak ortaya çıkmasıyla gözler önüne serilir. Pearl, onu, onunJesse üzerindeki haklarını fark eder ve onun “doğru” yolu temsil ettiğini anlar. Daha eski bir King Vidor filmi olan Stella Dallas’da da (1937), bir Western olmamasına karşın filmin dramatik anlamını, yukarıda ana hatları verilenlerle benzer olan anlatıyla ikonografik yapılar oluşturur. Merkezdeki karakter olarak Stella, kararsızlığının erkek kişiliği yüzünden, bir yandan doğru, evli dişiliği kabul etmede, öte yandan maço dünyada bir yer bulmada gösterdiği beceriksizlikle yalpalar durur. Kocası Stephen, hiçbir türsel sorun yaratmaksızın, Jesse’ye ilişkin tüm nitelikleri sergiler. Stella’nın “eril” geriletilmiş yanını temsil eden Ed Munn, Westernin silaha dayalı donanımından yoksunluğu nedeniyle oldukça güçsüzleştirilmiştir. (Stella’nın bir anne olduğu ve asıl dramın onun çocuğuyla ilişkisi üzerine kurulduğu gerçeği, Ed’le olası bir cinsel ilişkiyi de ortadan kaldırır.) Ed, Western ikonografısinin kalıntısal izlerini taşır. Yarış sahnesi aracılığıyla, niteliklerinden olan atlara ve bahisçiliğe yönelik ilgisi ayrıntıyla çizilir. Ancak daha önemlisi, trendeki saygın yolculara kaşıntı tozu serptikleri bölümde iyice görüldüğü gibi Stella’yla ilişkisi, geriletici ve “neşelenme”ye dayalıdır. Stella Dallas’da da Stephen için, Stella’nın reddettiği “doğru” dişiliği temsil eden (Duel in the Sun’da Jesse’nin nişanlısı olan Helen’e pek benzeyen) mükemmel bir eş ortaya çıkar.

Anlatı kalıbındaki Ödipal nostaljiyi aydınlatan ama aynı zamanda gidiş gelişleri de açıklayan bir dizi dönüşümü göstermeye çalışıyorum. “Kişileştirmeler” ve onların ikonografık niteliklerinin, ebeveyn figürlerle ilgisi olmadığı gibi, bunlar gerçek bir Ödipal an’ı da yeniden canlandırmazlar. Tersine, keşfedilmemiş, bu tür öykülerde “tatmin” edilmek için bekleyen arzunun içselsalınımını temsil ederler. Klasik Westernin büyüsü, belki de özellikle, bu duyarlılığa oldukça kaba dokunuşlarında yatmaktadır. Bununla birlikte, kadın izleyici için durum daha karmaşıktır ve yalnızca her şeye gücü yetmenin yitik fantazisi ardından yas tutmanın ötesine geçer. Kadın için, doğru dişiliğin gerektirdiği bir “eylem” fantazisini harekete geçiren, fallik yönüyle eril özdeşleşme bastırılmak zorundadır. Fantazi “eylem” bir erillik metaforu aracılığıyla ifade edilir. Hem Freud’un kullandığı dilde ve hem de melodramdaki kadın kahramanın dengesini bozan arzunun erkek kişileştirilişinde bu metafor bir deli gömleği olarak iş görür; kendisi, patriarkal toplumda dişi olanı herhangi bir temsil etme girişimi tarafından kaçınılmaz olarak harekete geçirilen sorunların turnusol kağıdı olur. “Eril” evre anısının romantik bir cazibesi vardır, erilliğin iktidarının, patriarkinin iktidarına karşı bir erteleme olarak kullanılabildiği son direnme noktasıdır. Böylece, Freud’un yorumları hem dişi izleyicinin durumunu ve hem de Pearl ve Stella tarafından temsil edilen salınım imgesini aydınlatır:

“…bazı kadınların hayatı boyunca dişiliğin ve erilliğin baskın çıktığı dönemler arasında yinelenen bir değişim vardır.”

“…(fallik evre) .. sonra, birçok kez gösterilmiş olduğu gibi, kadınların dişiliğinin bahtını belirleyen baskılamanın ciddi süreçlerine yenilir.”

Pearl’ün Duel in the Sun’daki durumunun, kendi “etkin” evresinin anısıyla “erilleştirilmeyi” geçici olarak kabul eden kadın seyircinin durumuna benzer olduğunu öne sürüyorum. Pearl, eril özdeşleşmenin başarısının dramatize etmek yerine bunun hüznünü ortaya koyar. Onun “erkeksi kız” hazları ve cinselliği, Lewt tarafından, ölümün dışında tümüyle kabul edilmez. Böylece yine, kadın seyircinin erilleştirilme hayali kendisiyle amaçsal olarak çatışır, kendi travesti giysileri içinde tedirgindir.


Çeviren: Nilgün Abisel


Kaynak:
Aktarılan kaynak: filmmor.org
Asıl kaynak (muhtemelen): Laura Mulvey (1993), “Görsel Haz ve Anlatı Sineması” Üzerine, King Vidor’un Duel in the Sun’ının (1946) Esiniyle Sonradan Düşünülenler (Çn. N. Abisel), 25. Kare, 4, 9-13.
.
..
...
Metnin İngilizce aslı için: Afterthoughts on "Visual Pleasure and Narrative Cinema" inspired by Duel in the Sun by Laura Mulvey


Not: Telif haklarıyla ilgili bir sorun yaşanması durumunda başlık silinebilir.

İletiTarih: 06 Şubat 2014 17:16
 Kullanıcı bilgilerini göster Bu kullanıcının gönderdiğini mesajları gösterme Alıntıyla Cevap Gönder Başa dön   
İletileri göster:   
Yeni Konu Gönder   Cevap Gönder 1. sayfa (Toplam 1 sayfa) [1 Mesaj] « Önceki konuSonraki konu »
Forum Seçin:  

Türkçe Altyazı © 2007 - 2024 | hd film