dammak yorumları
dammak profil sayfasıAlone (2020)
Son derece “özgün” ve “ters köşeler” ile dolu olan senaryosunu Samuel Bandeira ile Gabriel Legua’nın yazdıkları ve yönetmen koltuğunda Vladislav Khesin’in oturduğu (birbirlerini bütünleyen) “iki bölümlük” “Alone”:
Bir kez daha IMDB’deki “kendi sınırlı ezberlerinin” dışına çıkılmasından hoşlanmayan malum kitlece verilen 4,3/10 luk ortalama üzerine izleme listemize aldığımız bir film oldu…
Peki, hiç değilse bu defa yanıldık mı?
Keşke…
Ama ne gezer…
Hadi gelin başlayalım yorumumuza…
Geride sizleri, fazlasıyla kanlı bir “slasher”ın beklediği 50 – 55 dakikalık kocaman bir yeni bölüm bulunmaktadır…
Bitirmeden ilave edeceğimiz son husus ise, sanki kopuk kopukmuş gibi ilerleyen kurgunun canınızı sıkmasına asla izin vermemeniz…
Zira emin olun film bittiğinde, hikâyede yerli yerine oturmayan tek bir parça dahi kalmayacak ve türün meraklısıysanız bayılacaksınız…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Tarih: 20 Kasım 2020 01:04
Son derece “özgün” ve “ters köşeler” ile dolu olan senaryosunu Samuel Bandeira ile Gabriel Legua’nın yazdıkları ve yönetmen koltuğunda Vladislav Khesin’in oturduğu (birbirlerini bütünleyen) “iki bölümlük” “Alone”:
Bir kez daha IMDB’deki “kendi sınırlı ezberlerinin” dışına çıkılmasından hoşlanmayan malum kitlece verilen 4,3/10 luk ortalama üzerine izleme listemize aldığımız bir film oldu…
Peki, hiç değilse bu defa yanıldık mı?
Keşke…
Ama ne gezer…
Hadi gelin başlayalım yorumumuza…
Sürprizbozan: Göster
Geride sizleri, fazlasıyla kanlı bir “slasher”ın beklediği 50 – 55 dakikalık kocaman bir yeni bölüm bulunmaktadır…
Bitirmeden ilave edeceğimiz son husus ise, sanki kopuk kopukmuş gibi ilerleyen kurgunun canınızı sıkmasına asla izin vermemeniz…
Zira emin olun film bittiğinde, hikâyede yerli yerine oturmayan tek bir parça dahi kalmayacak ve türün meraklısıysanız bayılacaksınız…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Measure for Measure (2019)
“Measure for Measure”, “anısına adanmış olan” bu filmin senaryosunu genç yaşta hayatını kaybeden Damian Hill (1976 – 2018) ile birlikte William Shakespeare’in aynı isimli oyunundan (1603 – 1604) uyarlayarak yazan Paul Ireland’in yönetmen koltuğunda oturduğu bir drama…
Elbette Shakespeare’in anlattığı orijinal hikâyedeki olaylar Viyana’da (Avusturya) yaşanırken, Ireland’ın bu modern versiyonun da Avustralya’nın Victoria eyaletinin başkenti Melbourne ve günümüzün atmosferi tercih edilmiş…
Karakterler de ise, sadece Duke, Angelo ve Claudio isimlerine sadık kalınmakla yetinilmiştir…
Film, kentin önemli uyuşturucu satıcıları ve tefecilerinden biri olan Stanley “Duke” Weller’a (Hugo Weaving) olan borcunun bir kısmını ödemek için gelen Ken’in (Luke Lennox), Duke’un yanında çalışmakta olan Angelo’nun (Mark Leonard Winter) kendisini fena halde hırpaladığı ve Duke tarafından kurtarıldığı bölüm ile başlar…
Aslında bu başlangıç ile önemli figürler olan Duke ve Angelo arasındaki “kişilik” ve “doku” uyuşmazlıkları da vurgulanmaya çalışılmış…
Ki bu türden sağlam bir analiz, Shakespeare tarafından da “üstüne basa basa” aynen böyle yapılmaktadır…
Neyse devam edelim…
Aynı esnada genç müzisyen Claudio (Harrison Gilbertson), torbacı Timmy’den (“filmin yönetmeninin oğlu” Finn McLeod Ireland) uyuşturucu alırken Arap ve Müslüman mülteci Jaiwara’da (Megan Smart) gülümseyerek oradan geçmektedir…
Derken…
Davranışlarından “fanatik ırkçı” da olduğunu anlamamızın yanı sıra Afganistan’da da görev yapmış eski asker olan gözü dönmüş bir saldırganın (Josh McConville), Vietnamlı kadınlar ile onu engellemeye çalışan Ken’e, tabancası ile ateş açmaya başladığını görürüz…
Saldırgan basketbol oynayan bir Afrikalıyı da (Wally Elnour) vurduktan sonra şimdide Jaiwara’yı gözüne kestirmiştir ama Claudio’nun atikliği onu kurtarırken, Angelo’da uyuşturucu satmakta olduğu müşterilerinden biri olan bu saldırganı öldüresiye döverek etkisiz hale getirir…
Olay mahalline gelen polis, Angelo ile yanından hiç ayrılmayan ve uyuşturucu trafiğinin önemli parçalarından biri olan Lukey’i (Daniel Henshall) derhal gözaltına alır…
Güpegündüz sokakta yaşanan bu gereksiz patırtının ardından Dedektif Jeffrey Sutherland (Malcolm Kennard), veli nimetlerinden biri olan Duke’un ziyaretine gelir…
Ve…
Ona, göz önünden biraz uzaklaşarak “unutulmak” amacıyla kenti bir süreliğine terk etmesi tavsiyesinde bulunur…
Bu teklif karşısında tepesi atarak sinirlenen Duke, “mamasını” keseceğini ima ederek Angelo’nun derhal serbest bırakılmasını sağlamasını ister dedektiften…
Aynı dedektif bu kez, Duke’un rakiplerinden Farouk Nassar’a (Fayssal Bazzi) oto tamirhanesi olan mekânında, iki sivil polisin taşıdığı bir çanta dolusu silahı satmaktadır…
Yani Melbourne’de de vaziyet, Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz mafya ile iç içe olan New York (NYPD) ve Los Angeles’teki (LAPD) kötü polis hikâyelerinden çok daha değişik değildir…
Bu arada farklı dünyalara ait olan Claudio ile Jaiwara arasındaki ilişki de, günden güne köklenerek derinleşmeye ve hatta “umutsuz bir aşka” dönüşmeye başlamıştır…
Hatta Jaiwara konuyu, kendisi gibi tesettürde olan annesi Karima’ya (Doris Younane) açmakta da her hangi bir sakınca görmemiştir…
Biraz düşündükten sonra birkaç aylığına veya daha da uzunca bir süreliğine “ortalıktan yok olma” fikri kendisine de mantıklı gelen Duke, uyuşturucu satıcılığına son vermesi “kaydı ve şartı” ile işlerin başına Angelo’yu getirir…
Filmin bundan sonrasını sizlere bırakmadan, “iki önemli gelişmenin” filme damgasını vuracağını belirtmek isteriz:
1. Angelo’nun, Duke’a verdiği sözlere sadık kalıp kalmayacağı…
2. Jaiwara’nın ağabeyi olan Farouk’un, kız kardeşinin Claudio ile olan beraberliklerini öğrendikten sonra takınacağı tutum…
Bitirmeden yorumumuza ekleyeceğimiz son husus, Shakespeare’in eserinde kullandığı “yatak” ve “hapishane” aldatmacalarının bu filmde de kullanıldığı biçiminde…
Tabii “şok” mahiyetindeki “sürpriz finali” de asla atlamayın…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Tarih: 19 Kasım 2020 01:01
“Measure for Measure”, “anısına adanmış olan” bu filmin senaryosunu genç yaşta hayatını kaybeden Damian Hill (1976 – 2018) ile birlikte William Shakespeare’in aynı isimli oyunundan (1603 – 1604) uyarlayarak yazan Paul Ireland’in yönetmen koltuğunda oturduğu bir drama…
Elbette Shakespeare’in anlattığı orijinal hikâyedeki olaylar Viyana’da (Avusturya) yaşanırken, Ireland’ın bu modern versiyonun da Avustralya’nın Victoria eyaletinin başkenti Melbourne ve günümüzün atmosferi tercih edilmiş…
Karakterler de ise, sadece Duke, Angelo ve Claudio isimlerine sadık kalınmakla yetinilmiştir…
Film, kentin önemli uyuşturucu satıcıları ve tefecilerinden biri olan Stanley “Duke” Weller’a (Hugo Weaving) olan borcunun bir kısmını ödemek için gelen Ken’in (Luke Lennox), Duke’un yanında çalışmakta olan Angelo’nun (Mark Leonard Winter) kendisini fena halde hırpaladığı ve Duke tarafından kurtarıldığı bölüm ile başlar…
Aslında bu başlangıç ile önemli figürler olan Duke ve Angelo arasındaki “kişilik” ve “doku” uyuşmazlıkları da vurgulanmaya çalışılmış…
Ki bu türden sağlam bir analiz, Shakespeare tarafından da “üstüne basa basa” aynen böyle yapılmaktadır…
Neyse devam edelim…
Aynı esnada genç müzisyen Claudio (Harrison Gilbertson), torbacı Timmy’den (“filmin yönetmeninin oğlu” Finn McLeod Ireland) uyuşturucu alırken Arap ve Müslüman mülteci Jaiwara’da (Megan Smart) gülümseyerek oradan geçmektedir…
Derken…
Davranışlarından “fanatik ırkçı” da olduğunu anlamamızın yanı sıra Afganistan’da da görev yapmış eski asker olan gözü dönmüş bir saldırganın (Josh McConville), Vietnamlı kadınlar ile onu engellemeye çalışan Ken’e, tabancası ile ateş açmaya başladığını görürüz…
Saldırgan basketbol oynayan bir Afrikalıyı da (Wally Elnour) vurduktan sonra şimdide Jaiwara’yı gözüne kestirmiştir ama Claudio’nun atikliği onu kurtarırken, Angelo’da uyuşturucu satmakta olduğu müşterilerinden biri olan bu saldırganı öldüresiye döverek etkisiz hale getirir…
Olay mahalline gelen polis, Angelo ile yanından hiç ayrılmayan ve uyuşturucu trafiğinin önemli parçalarından biri olan Lukey’i (Daniel Henshall) derhal gözaltına alır…
Güpegündüz sokakta yaşanan bu gereksiz patırtının ardından Dedektif Jeffrey Sutherland (Malcolm Kennard), veli nimetlerinden biri olan Duke’un ziyaretine gelir…
Ve…
Ona, göz önünden biraz uzaklaşarak “unutulmak” amacıyla kenti bir süreliğine terk etmesi tavsiyesinde bulunur…
Bu teklif karşısında tepesi atarak sinirlenen Duke, “mamasını” keseceğini ima ederek Angelo’nun derhal serbest bırakılmasını sağlamasını ister dedektiften…
Aynı dedektif bu kez, Duke’un rakiplerinden Farouk Nassar’a (Fayssal Bazzi) oto tamirhanesi olan mekânında, iki sivil polisin taşıdığı bir çanta dolusu silahı satmaktadır…
Yani Melbourne’de de vaziyet, Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz mafya ile iç içe olan New York (NYPD) ve Los Angeles’teki (LAPD) kötü polis hikâyelerinden çok daha değişik değildir…
Bu arada farklı dünyalara ait olan Claudio ile Jaiwara arasındaki ilişki de, günden güne köklenerek derinleşmeye ve hatta “umutsuz bir aşka” dönüşmeye başlamıştır…
Hatta Jaiwara konuyu, kendisi gibi tesettürde olan annesi Karima’ya (Doris Younane) açmakta da her hangi bir sakınca görmemiştir…
Biraz düşündükten sonra birkaç aylığına veya daha da uzunca bir süreliğine “ortalıktan yok olma” fikri kendisine de mantıklı gelen Duke, uyuşturucu satıcılığına son vermesi “kaydı ve şartı” ile işlerin başına Angelo’yu getirir…
Filmin bundan sonrasını sizlere bırakmadan, “iki önemli gelişmenin” filme damgasını vuracağını belirtmek isteriz:
1. Angelo’nun, Duke’a verdiği sözlere sadık kalıp kalmayacağı…
2. Jaiwara’nın ağabeyi olan Farouk’un, kız kardeşinin Claudio ile olan beraberliklerini öğrendikten sonra takınacağı tutum…
Bitirmeden yorumumuza ekleyeceğimiz son husus, Shakespeare’in eserinde kullandığı “yatak” ve “hapishane” aldatmacalarının bu filmde de kullanıldığı biçiminde…
Tabii “şok” mahiyetindeki “sürpriz finali” de asla atlamayın…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Radioactive (2019)
Senaryosu, Jack Thorne tarafından Lauren Redniss’in “Radioactive: Marie & Pierre Curie, A Tale of Love and Fallout” (2010) isimli çizgi romanından uyarlanarak yazılan “Radioactive”, yönetmen koltuğunda Marjane Satrapi’nin oturduğu “biyografik” bir drama…
Redniss’in filme esas teşkil eden ve toplam yedi bölümden oluşan romanı, Asya, Avrupa ve ABD’de yapılan çalışmaların yanı sıra bilim insanları, mühendisler, silah uzmanları, atom bombasından kurtulanlar ve Curie'lerin torunu ile yapılan röportajlar neticesinde oluşturulmuş olup kendine, çiftin “aşkları” ile “radyoaktif serpintiyi” ana tema olarak seçmiştir…
Zaten kitabın adı da öyle…
Ki, eleştirmen Jessica Schein’de, 2010 yılının Aralık ayında Amazon.com kitap listelerinin en iyisi seçilen, “pırıl pırıl” bulduğu bu biyografideki Marie ve Pierre Curie tiplemelerinin “şaşırtıcı” olduğunu da ifade etmiştir…
Yani “basmakalıp (Cliché)” bir tekrar yok ortada…
Elbette nükleer silahların yaygınlaşması, radyasyonun tıbbın hizmetindeki rolü, nükleer santrallerin durumu gibi hususlara da:
Birinci Dünya Savaşı, Hiroşima 1945, Cleveland 1957, Nevada 1961 ve Çernobil 1986 gibi çok çarpıcı örnekler ile değinilmiş…
O yüzden de filmde anlatılanları bu çerçeve içinde değerlendirerek yorumlamak gerekiyor…
1934 Paris…
Laboratuvarında baygınlık geçirerek hastaneye kaldırılan Marie Curie (Rosamund Pike), koridorda sedye üzerinde götürülürken “flashback” aracılığıyla caddede yürürken gerçekleşen “tesadüfi bir çarpışma” sonrasındaki Pierre (Sam Riley) ile ilk karşılaştıkları 1893 yılına gider…
Tabii bu durum, ani bir “yıldırım aşkına” dönüşmez hemen…
Daha sırada, Paris Üniversitesinde, laboratuvar kullanımı engellenmek suretiyle bilimsel çalışmalarına “takoz konulan” ve henüz Bayan Curie olamamış olan Marie (Marya) Skolodowska’nın Profesör Lippmann (Simon Russell Beale) ile girdiği fena bir tartışma faslı vardır…
Marie bunun kendisine, Polonyalı ve kadın olması sebebiyle yapıldığını düşündüğünü söyler kız kardeşi Bronia Sklodowska’ya (Sian Brooke)…
Bronia’nın tüm ısrarlarına karşın, “karakteri gereği” Profesör Lippmann’dan özür dileyerek “geri adım atmaya yanaşmaz” Marie…
Üstelik de başvurduğu hiç kimse, projeleri ile ilgilenmezken…
Yağmurlu bir havada çaresizce sokaklarda koşuştururken birden bire kendini, Loie Fuller’in (Drew Jacoby) gösterisinde bulur Marie…
Bu onun, Pierre ile bir kez daha karşılaşmasına vesile olacaktır…
Pierre laboratuvarında Marie’ye bir oda verir ve birlikte çalışmaya başlarlar…
Sahip oldukları mevcut ekipmanların Marie’nin çalışmaları için yetersiz olduğunu anladığı bir anda Pierre “malzeme” için onu, Paris’in en donanımlı hastanesine götürür…
Fakat Marie’nin, çocukluk günlerinden kalma (“spoiler” olmasın diye ayrıntılarına girmeyeceğimiz) bir “hastane fobisi” vardır ve o yüzden de içeriye girmeyi asla kabul etmez…
Neyse (hep alttan alan mütevazı bir profil sergileyen) Pierre kucakladığı gibi temin ettiği yeni bir cihazı laboratuvara getirir ve nihayetinde bizimkiler ortak da olurlar…
Bir akşam çalışma arkadaşları Paul Langevin (Aneurin Barnard) ve karısı Jeanne’nin (Katherine Parkinson) evlerinde birlikte yedikleri hoş sohbetli bir akşam yemeğinin ardından, dışarıda yürürlerken aniden evlenmeye de karar verirler…
Ve…
Bisikletle yapılan, “onlarda etten ve kemikten oluşan bizim gibi insanlardı aslında” dedirten oldukça farklı bir balayında buluveririz kendimizi…
Derken, Versailles’da daha büyük bir laboratuvarda çalışmaya başladıklarını görüyoruz…
Bu arada Curie’lerin, Irène (6 yaşında Indica Watson – 11 yaşında Ariella Glaser) adındaki ilk kızları da dünyaya gelir…
Ancak daha da önemlisi, dört yıllık çalışmalarının sonunda periyodik tabloya “polonyum – Po” ve “radyum – Ra” elementlerini eklemenin yanı sıra radyoaktiviteyi de keşfetmişlerdir…
Dakika 30…
Bizden bu kadar…
Nobel ödülleri, ikinci kızları Eve (4 yaşında Isabella Miles – 11 yaşında Cara Bossom), felaketler, skandallar ve yeni başarılarla dopdolu olan filmin geri kalanı yine sizlerde olacak…
Filmin en “sevimli sürprizi” ve hatta pastanın üzerindeki “çileği” bize göre, 18 yaşındaki Irène Curie’yi, sinemanın “hız kesmeden” yükselişini sürdürmekte olan değerlerinden Anya Taylor-Joy’un canlandırıyor olması…
Bitirmeden son bir kez daha hatırlatalım:
“Radioactive” kesinlikle, sadece Curie ailesinin bilimsel gelişim ve başarılarına odaklanılan bir National Geographic yahut da bir BBC belgeseli tarzında değil de, aynı zamanda insan da olan Curie’lerin duygularına yer verilen bir drama olarak kabul edilerek izlenilmeli…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Tarih: 16 Kasım 2020 00:59
Senaryosu, Jack Thorne tarafından Lauren Redniss’in “Radioactive: Marie & Pierre Curie, A Tale of Love and Fallout” (2010) isimli çizgi romanından uyarlanarak yazılan “Radioactive”, yönetmen koltuğunda Marjane Satrapi’nin oturduğu “biyografik” bir drama…
Redniss’in filme esas teşkil eden ve toplam yedi bölümden oluşan romanı, Asya, Avrupa ve ABD’de yapılan çalışmaların yanı sıra bilim insanları, mühendisler, silah uzmanları, atom bombasından kurtulanlar ve Curie'lerin torunu ile yapılan röportajlar neticesinde oluşturulmuş olup kendine, çiftin “aşkları” ile “radyoaktif serpintiyi” ana tema olarak seçmiştir…
Zaten kitabın adı da öyle…
Ki, eleştirmen Jessica Schein’de, 2010 yılının Aralık ayında Amazon.com kitap listelerinin en iyisi seçilen, “pırıl pırıl” bulduğu bu biyografideki Marie ve Pierre Curie tiplemelerinin “şaşırtıcı” olduğunu da ifade etmiştir…
Yani “basmakalıp (Cliché)” bir tekrar yok ortada…
Elbette nükleer silahların yaygınlaşması, radyasyonun tıbbın hizmetindeki rolü, nükleer santrallerin durumu gibi hususlara da:
Birinci Dünya Savaşı, Hiroşima 1945, Cleveland 1957, Nevada 1961 ve Çernobil 1986 gibi çok çarpıcı örnekler ile değinilmiş…
O yüzden de filmde anlatılanları bu çerçeve içinde değerlendirerek yorumlamak gerekiyor…
1934 Paris…
Laboratuvarında baygınlık geçirerek hastaneye kaldırılan Marie Curie (Rosamund Pike), koridorda sedye üzerinde götürülürken “flashback” aracılığıyla caddede yürürken gerçekleşen “tesadüfi bir çarpışma” sonrasındaki Pierre (Sam Riley) ile ilk karşılaştıkları 1893 yılına gider…
Tabii bu durum, ani bir “yıldırım aşkına” dönüşmez hemen…
Daha sırada, Paris Üniversitesinde, laboratuvar kullanımı engellenmek suretiyle bilimsel çalışmalarına “takoz konulan” ve henüz Bayan Curie olamamış olan Marie (Marya) Skolodowska’nın Profesör Lippmann (Simon Russell Beale) ile girdiği fena bir tartışma faslı vardır…
Marie bunun kendisine, Polonyalı ve kadın olması sebebiyle yapıldığını düşündüğünü söyler kız kardeşi Bronia Sklodowska’ya (Sian Brooke)…
Bronia’nın tüm ısrarlarına karşın, “karakteri gereği” Profesör Lippmann’dan özür dileyerek “geri adım atmaya yanaşmaz” Marie…
Üstelik de başvurduğu hiç kimse, projeleri ile ilgilenmezken…
Yağmurlu bir havada çaresizce sokaklarda koşuştururken birden bire kendini, Loie Fuller’in (Drew Jacoby) gösterisinde bulur Marie…
Bu onun, Pierre ile bir kez daha karşılaşmasına vesile olacaktır…
Pierre laboratuvarında Marie’ye bir oda verir ve birlikte çalışmaya başlarlar…
Sahip oldukları mevcut ekipmanların Marie’nin çalışmaları için yetersiz olduğunu anladığı bir anda Pierre “malzeme” için onu, Paris’in en donanımlı hastanesine götürür…
Fakat Marie’nin, çocukluk günlerinden kalma (“spoiler” olmasın diye ayrıntılarına girmeyeceğimiz) bir “hastane fobisi” vardır ve o yüzden de içeriye girmeyi asla kabul etmez…
Neyse (hep alttan alan mütevazı bir profil sergileyen) Pierre kucakladığı gibi temin ettiği yeni bir cihazı laboratuvara getirir ve nihayetinde bizimkiler ortak da olurlar…
Bir akşam çalışma arkadaşları Paul Langevin (Aneurin Barnard) ve karısı Jeanne’nin (Katherine Parkinson) evlerinde birlikte yedikleri hoş sohbetli bir akşam yemeğinin ardından, dışarıda yürürlerken aniden evlenmeye de karar verirler…
Ve…
Bisikletle yapılan, “onlarda etten ve kemikten oluşan bizim gibi insanlardı aslında” dedirten oldukça farklı bir balayında buluveririz kendimizi…
Derken, Versailles’da daha büyük bir laboratuvarda çalışmaya başladıklarını görüyoruz…
Bu arada Curie’lerin, Irène (6 yaşında Indica Watson – 11 yaşında Ariella Glaser) adındaki ilk kızları da dünyaya gelir…
Ancak daha da önemlisi, dört yıllık çalışmalarının sonunda periyodik tabloya “polonyum – Po” ve “radyum – Ra” elementlerini eklemenin yanı sıra radyoaktiviteyi de keşfetmişlerdir…
Dakika 30…
Bizden bu kadar…
Nobel ödülleri, ikinci kızları Eve (4 yaşında Isabella Miles – 11 yaşında Cara Bossom), felaketler, skandallar ve yeni başarılarla dopdolu olan filmin geri kalanı yine sizlerde olacak…
Filmin en “sevimli sürprizi” ve hatta pastanın üzerindeki “çileği” bize göre, 18 yaşındaki Irène Curie’yi, sinemanın “hız kesmeden” yükselişini sürdürmekte olan değerlerinden Anya Taylor-Joy’un canlandırıyor olması…
Bitirmeden son bir kez daha hatırlatalım:
“Radioactive” kesinlikle, sadece Curie ailesinin bilimsel gelişim ve başarılarına odaklanılan bir National Geographic yahut da bir BBC belgeseli tarzında değil de, aynı zamanda insan da olan Curie’lerin duygularına yer verilen bir drama olarak kabul edilerek izlenilmeli…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
La vita davanti a sé (2020)
“La vita davanti a sé / The Life Ahead”, senaryosunu da, Fransız yazar Romain Gary'nin (ve bunu da ancak, 1980 yılındaki intiharının ardından geride bıraktığı bir metinde açıklayan) Émile Ajar takma adıyla yazdığı “La vie devant soi”(1975) den uyarlayarak Ugo Chiti ile birlikte kaleme alan Edoardo Ponti’nin yönetmen koltuğunda oturduğu “sarsıcı” bir drama…
Başrolünü Simone Signoret’nin oynadığı “La vie devant soi / Madame Rosa” (1977) isimli, Fransa’ya “Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisinde Academy ödülü de kazandırmış olan bir başka sinema uyarlaması daha bulunan romanın bu seferki kurgusunu çekenin, Sophia Loren – Carlo Ponti çiftinin oğulları Edoardo (1973) olduğunu belirterek başlayalım işe…
Yani sözün özü “La vita davanti a sé”, oğul yönetirken 86 yaşındaki annesi Sophia Loren’in, on bir yıllık uzunca bir aradan sonra Covid – 19 salgınını fırsata çeviren Netflix aracılığıyla:
Belki yaygın bir biçimdeki bir “beyaz perde” şovu ile değil ama evlerimizdeki televizyon ekranlarının başlarındaki bizlere, “şanına yaraşır” bir dönüş yaptığı şahane bir “usta sanatçı performansı filmi” olarak çıkmış ortaya…
Zira Loren, “Bayan Rosa” karakterini, sanki Romain Gary o romanı vakti zamanında, bugünleri hayal ederek bizzat kendisi için yazmışçasına oynamış…
Zaten yılın “En İyi Kadın Oyuncu” kategorisindeki Oscar heykelciğinin “favori adayı” olarak yarışacağına neredeyse kesin gözüyle bakılan film için sırf yarışma kuralları gereği, 6 Kasım 2020 tarihinde sınırlı bir salon gösterimi de yapılmış…
Ki, çok büyük bir terslik olmaz yahut da önümüzdeki günlerde yepyeni bir gelişme yaşanmazsa bu ödül, bize göre 2021 yılında Sophia Loren’e gider…
Bu kısa bilgilendirmelerin ardından filmimize gelecek olursak…
Elbette pek çok duygusal sahne de bekliyor olacak, kaderleri birbirine çokça benzeyen “can yoldaşı” Rosa ile Momo’nun yaşayacaklarında sizleri…
O nedenle de, “dark comedy / kara mizah” unsurlardan da fazlasıyla yararlanılan bu filmi kaçırmayın diyoruz…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Son bir not:
Sinemadaki burcu “Marvel”, yükseleni de “Recep İvedik” olan "ergen" (ve onlarla hiçbir alakası bulunmayan) ergen irisi kardeşlerimizin:
Hiç umudumuz yok fakat:
"yüz yüze eğitimin" tamamen yaygınlaşmamış olmamasını da fırsat bilerek hiç değilse bu türden nitelikli filmlerden uzak durarak henüz izlememiş olanları yanıltma işinden artık bir vaz geçseler diyoruz…
Tarih: 15 Kasım 2020 00:42
“La vita davanti a sé / The Life Ahead”, senaryosunu da, Fransız yazar Romain Gary'nin (ve bunu da ancak, 1980 yılındaki intiharının ardından geride bıraktığı bir metinde açıklayan) Émile Ajar takma adıyla yazdığı “La vie devant soi”(1975) den uyarlayarak Ugo Chiti ile birlikte kaleme alan Edoardo Ponti’nin yönetmen koltuğunda oturduğu “sarsıcı” bir drama…
Başrolünü Simone Signoret’nin oynadığı “La vie devant soi / Madame Rosa” (1977) isimli, Fransa’ya “Yabancı Dilde En İyi Film” kategorisinde Academy ödülü de kazandırmış olan bir başka sinema uyarlaması daha bulunan romanın bu seferki kurgusunu çekenin, Sophia Loren – Carlo Ponti çiftinin oğulları Edoardo (1973) olduğunu belirterek başlayalım işe…
Yani sözün özü “La vita davanti a sé”, oğul yönetirken 86 yaşındaki annesi Sophia Loren’in, on bir yıllık uzunca bir aradan sonra Covid – 19 salgınını fırsata çeviren Netflix aracılığıyla:
Belki yaygın bir biçimdeki bir “beyaz perde” şovu ile değil ama evlerimizdeki televizyon ekranlarının başlarındaki bizlere, “şanına yaraşır” bir dönüş yaptığı şahane bir “usta sanatçı performansı filmi” olarak çıkmış ortaya…
Zira Loren, “Bayan Rosa” karakterini, sanki Romain Gary o romanı vakti zamanında, bugünleri hayal ederek bizzat kendisi için yazmışçasına oynamış…
Zaten yılın “En İyi Kadın Oyuncu” kategorisindeki Oscar heykelciğinin “favori adayı” olarak yarışacağına neredeyse kesin gözüyle bakılan film için sırf yarışma kuralları gereği, 6 Kasım 2020 tarihinde sınırlı bir salon gösterimi de yapılmış…
Ki, çok büyük bir terslik olmaz yahut da önümüzdeki günlerde yepyeni bir gelişme yaşanmazsa bu ödül, bize göre 2021 yılında Sophia Loren’e gider…
Bu kısa bilgilendirmelerin ardından filmimize gelecek olursak…
Sürprizbozan: Göster
Elbette pek çok duygusal sahne de bekliyor olacak, kaderleri birbirine çokça benzeyen “can yoldaşı” Rosa ile Momo’nun yaşayacaklarında sizleri…
O nedenle de, “dark comedy / kara mizah” unsurlardan da fazlasıyla yararlanılan bu filmi kaçırmayın diyoruz…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Son bir not:
Sinemadaki burcu “Marvel”, yükseleni de “Recep İvedik” olan "ergen" (ve onlarla hiçbir alakası bulunmayan) ergen irisi kardeşlerimizin:
Hiç umudumuz yok fakat:
"yüz yüze eğitimin" tamamen yaygınlaşmamış olmamasını da fırsat bilerek hiç değilse bu türden nitelikli filmlerden uzak durarak henüz izlememiş olanları yanıltma işinden artık bir vaz geçseler diyoruz…
Patients of a Saint (2020)
“Patients of a Saint / Inmate Zero”, senaryosunu da, (hikâyesinin de yazmış olan) Matthew J. Gunn ile birlikte kaleme alan Russell Owen’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “zombi / yürüyen ölüler” ana temalı bir “korku” filmi…
1109 nüfuslu Saint Leonard Adasında, aynı isimli bir “Uluslararası Gözaltı ve Tıp Tesisi” bulunmakta olup değişik uluslardan azılı suçlu 251 tutukluya ev sahipliği yapmaktadır…
Bunlardan birisi de, bir zamanlar Amerikan özel kuvvetlerinde çalıştıktan sonra korumalığını üstlendiği Senatör Alan (Derek Owen) ve ailesini katletmek suçlaması ile “ölüme mahkûm edilen” Stone (Jess Chanliau) dur…
Üstelik infazına da, yaklaşık bir aylık bir süre kalmıştır…
Aslında bu cezanın, ömür boyu hapis cezasına çevrilmesi de pekâlâ mümkündür…
Nasıl mı?
Çok kolay, ilaç bağımlısı Dr. Brooks’un (Philip McGinley) adadaki tıp tesisinde yapılacak “Nazi Dr. Mengele vari” testlere tabi olma teklifini kabul etmesi halinde elektrikli sandalyeye oturarak kızarmak zorunda kalmayacaktır…
Ama Stone yanaşmaz ve Lennon (Brian McGovern) ile tam bir pislik olan Woodhouse (Raymond Bethley) adındaki gardiyanlarca hücresine götürülür…
Onu orada, kendisini kızarak tepesi attığı için jiletle doğramayı kafasına koyacak olan “sarışın” lakaplı Conway (Lydia Hourihan) karşılayacaktır…
Neyse, ikili arasındaki bu mücadeleyi ayak bileğindeki bir kesikle atlatan ve ancak topallayarak yürüyebilen “kanamalı” hasta Stone, tedavi amacıyla (iyi polisi oynayan) gardiyan Lennon tarafından hapishanenin revirine götürülür…
Revirin yöneticisi, sırtındaki beyaz önlük dışında doktor olduğuna inanmak için bin bir şahit gerekecek olan Bragg (Kate Bell), Stone’un tedavisi ile ilgilenmek yerine abur cubur atıştırmalıklar ile tıkınmakla meşguldür…
Gerçi Lennon biraz zorlayınca Dr. Bragg, Stone’un “yatağa bağlanması” koşulu ile onunla biraz ilgilenecek ama o esnada koğuşa, “deneyin tam da ortasındayken” laboratuvardan atlayan ve sağlıklı görünmediği gibi “neredeyse ölmekte de olan” yeni bir hasta (Tom Clegg) daha getirilecektir…
Tıbbi bir müdahalenin anlamsız ve gereksiz olduğunu düşünen Bragg, Peder Kitsell’e onun için “son duasını” yapmasını ister…
Hasta da, “öldü zaten” denilerek öylece bırakılıverir ortada…
Ta ki, hem de Stone yatağa bağlı bir vaziyetteyken, hasta bir “zombiye” dönüşerek hapishanede genele yayılacak ciddi bir salgını tetikleyinceye kadar…
“Stone’u kim kurtaracak?” ve “Sonrasında neler yaşanacak?” gibi soruların da yanıtlanacağı, çok sayıda yeni karakterin de katılımı ile hız kesmeden devam edecek olan kısımları keşfetme işini, tabii ki yine sizlere bırakıyoruz…
“Ne yani, yorum bitti mi şimdi burada?” diyecek olursanız da…
Elbette hayır…
“Düşük bir bütçe” ile çekildiği her halinden belli olan bu “kapalı tek mekân” filmi, kesinlikle “çöp” muamelesi yapılacak bir kurgu ve yönetim tarzına sahip değil…
Tam tersine,”gidip gidip gelen ışıklar” sayesinde gerek hapishane içinde yaratılan “tedirgin edici atmosfer” ve gerekse de eldeki paraya karşın ortaya çıkartılmış olan “efektler” de son derece tatminkârdır bize göre türün sevenleri için…
İşin daha da ilginç tarafı, oyuncu kadrosunun da çok deneyimli olmamasına rağmen ortaya koyduğu performans…
Örneğin “Patients of a Saint”, sırf başroldeki Stone’u canlandıran Fransızca da konuşabilen Kafkas kökenli Amerikalı ve konservatuvar eğitimli aktris Jess Chanliau’nun bile henüz ikinci uzun metrajlı sinema filmi…
Anlatılan hikâyenin de, favori dizilerimizden “The Walking Dead” (2010 – 2020) ile benzeri filmlerdekilerden de pek fazla bir farkı yok…
Özellikle de, dizideki Michonne (Danai Gurira) ve Philip “The Governor / Vali” Blake (David Morrissey) karakterlerinin sahip oldukları “sırra” benzer, Müdür Crowe (Jane Garda) ve Elizabeth (Merly Griffiths) içeren bir bölümü ihtiva etmesi nedeniyle…
Zira burada da, asıl tehlikeli olanların “zombiler” değil de “egoları tavan yapmış” olan ve koşullar ne olursa olsun “birbirlerinin kuyularını kazmaya devam eden” canlılar olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Tarih: 14 Kasım 2020 00:19
“Patients of a Saint / Inmate Zero”, senaryosunu da, (hikâyesinin de yazmış olan) Matthew J. Gunn ile birlikte kaleme alan Russell Owen’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “zombi / yürüyen ölüler” ana temalı bir “korku” filmi…
1109 nüfuslu Saint Leonard Adasında, aynı isimli bir “Uluslararası Gözaltı ve Tıp Tesisi” bulunmakta olup değişik uluslardan azılı suçlu 251 tutukluya ev sahipliği yapmaktadır…
Bunlardan birisi de, bir zamanlar Amerikan özel kuvvetlerinde çalıştıktan sonra korumalığını üstlendiği Senatör Alan (Derek Owen) ve ailesini katletmek suçlaması ile “ölüme mahkûm edilen” Stone (Jess Chanliau) dur…
Üstelik infazına da, yaklaşık bir aylık bir süre kalmıştır…
Aslında bu cezanın, ömür boyu hapis cezasına çevrilmesi de pekâlâ mümkündür…
Nasıl mı?
Çok kolay, ilaç bağımlısı Dr. Brooks’un (Philip McGinley) adadaki tıp tesisinde yapılacak “Nazi Dr. Mengele vari” testlere tabi olma teklifini kabul etmesi halinde elektrikli sandalyeye oturarak kızarmak zorunda kalmayacaktır…
Ama Stone yanaşmaz ve Lennon (Brian McGovern) ile tam bir pislik olan Woodhouse (Raymond Bethley) adındaki gardiyanlarca hücresine götürülür…
Onu orada, kendisini kızarak tepesi attığı için jiletle doğramayı kafasına koyacak olan “sarışın” lakaplı Conway (Lydia Hourihan) karşılayacaktır…
Neyse, ikili arasındaki bu mücadeleyi ayak bileğindeki bir kesikle atlatan ve ancak topallayarak yürüyebilen “kanamalı” hasta Stone, tedavi amacıyla (iyi polisi oynayan) gardiyan Lennon tarafından hapishanenin revirine götürülür…
Revirin yöneticisi, sırtındaki beyaz önlük dışında doktor olduğuna inanmak için bin bir şahit gerekecek olan Bragg (Kate Bell), Stone’un tedavisi ile ilgilenmek yerine abur cubur atıştırmalıklar ile tıkınmakla meşguldür…
Gerçi Lennon biraz zorlayınca Dr. Bragg, Stone’un “yatağa bağlanması” koşulu ile onunla biraz ilgilenecek ama o esnada koğuşa, “deneyin tam da ortasındayken” laboratuvardan atlayan ve sağlıklı görünmediği gibi “neredeyse ölmekte de olan” yeni bir hasta (Tom Clegg) daha getirilecektir…
Tıbbi bir müdahalenin anlamsız ve gereksiz olduğunu düşünen Bragg, Peder Kitsell’e onun için “son duasını” yapmasını ister…
Hasta da, “öldü zaten” denilerek öylece bırakılıverir ortada…
Ta ki, hem de Stone yatağa bağlı bir vaziyetteyken, hasta bir “zombiye” dönüşerek hapishanede genele yayılacak ciddi bir salgını tetikleyinceye kadar…
“Stone’u kim kurtaracak?” ve “Sonrasında neler yaşanacak?” gibi soruların da yanıtlanacağı, çok sayıda yeni karakterin de katılımı ile hız kesmeden devam edecek olan kısımları keşfetme işini, tabii ki yine sizlere bırakıyoruz…
“Ne yani, yorum bitti mi şimdi burada?” diyecek olursanız da…
Elbette hayır…
“Düşük bir bütçe” ile çekildiği her halinden belli olan bu “kapalı tek mekân” filmi, kesinlikle “çöp” muamelesi yapılacak bir kurgu ve yönetim tarzına sahip değil…
Tam tersine,”gidip gidip gelen ışıklar” sayesinde gerek hapishane içinde yaratılan “tedirgin edici atmosfer” ve gerekse de eldeki paraya karşın ortaya çıkartılmış olan “efektler” de son derece tatminkârdır bize göre türün sevenleri için…
İşin daha da ilginç tarafı, oyuncu kadrosunun da çok deneyimli olmamasına rağmen ortaya koyduğu performans…
Örneğin “Patients of a Saint”, sırf başroldeki Stone’u canlandıran Fransızca da konuşabilen Kafkas kökenli Amerikalı ve konservatuvar eğitimli aktris Jess Chanliau’nun bile henüz ikinci uzun metrajlı sinema filmi…
Anlatılan hikâyenin de, favori dizilerimizden “The Walking Dead” (2010 – 2020) ile benzeri filmlerdekilerden de pek fazla bir farkı yok…
Özellikle de, dizideki Michonne (Danai Gurira) ve Philip “The Governor / Vali” Blake (David Morrissey) karakterlerinin sahip oldukları “sırra” benzer, Müdür Crowe (Jane Garda) ve Elizabeth (Merly Griffiths) içeren bir bölümü ihtiva etmesi nedeniyle…
Zira burada da, asıl tehlikeli olanların “zombiler” değil de “egoları tavan yapmış” olan ve koşullar ne olursa olsun “birbirlerinin kuyularını kazmaya devam eden” canlılar olduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
The Commitments (1991)
Senaryosunu, aynı isimli kendi romanından (1987) uyarlayarak Dick Clement ve Ian La Frenais ile birlikte Roddy Doyle’un yazdığı “The Commitments”, Alan Parker’ın yönetmen koltuğunda oturduğu bir müzikal komedi…
Yorumumuza başlamadan “The Commitments” ın aslında, İrlandalı edebiyat insanı Doyle’un üç romanından oluşan ve “The Barrytown Trilogy / Üçlemesi” olarak da bilinen serinin ilk filmi olduğunu belirtelim…
Diğer ikisi ise sırasıyla, bu kez yine sinemada “marka” bir isim olan Stephen Frears tarafından çekilen “The Snapper” (roman 1990, film 1993) ile “The Van” (roman 1991, film 1996) dır…
Bu ilk filmde (romanda) Doyle:
İnsanlara video film kasetleri, tişörtler vs. gibi ıvır zıvır şeyler satmanın yanı sıra üç yıldır almakta olduğu işsizlik maaşı ile kendini çekip çeviren ve annesi, babası ve dört kardeşi ile aynı evde yaşayan 21 yaşındaki Jimmy Rabbitte’nin (Robert Arkins), 1960’ların Afro – Amerikan “soul” müziğini Dublin’de icra edebilecek bir grup kurma “hayaline” odaklanmaktadır…
Üstelik bu “hayalinin” bütün aşamalarını film boyunca Jimmy, kendi kafasında yarattığı “hayali” bir karakter olan Terry’e verdiği röportajlarda anlatmaktadır…
Ve son derece sabırsız olan adamımız hiç beklemeden icraata koyulu verir de…
Zaten hâlihazırda elinin altında, kendisinden ısrarla menajerleri olmasını isteyen gitarist Outspan Foster (Glen Hansard) ile basçı Derek Scully (Ken McCluskey) bulunmaktadır…
Bundan sonrası için yapılması gereken tek şey, yerel bir gazeteye “bir soul grubunda çalabilecek müzisyenler aranıyor” ilanı verip, başvuran herkesi “fanatik Elvis hayranı” olan ebeveynlerinin (babası Bay Rabbitte / Colm Meaney ve annesi Bayan Rabbite / Anne Kent) evinde birer birer ve sabırla dinlemektir…
Bu “Elvis Presley tutkusu” öylesine bir “fanatizmdir” ki, İrlanda’nın Katolik olan kesimindeki ailenin evinin duvarındaki “Papa portresi”, komedinin tam da dibi olarak “Elvis’inkinin” altında yer almaktadır…
Derken yapılan seçmeler sonucunda gruba katılan ilk yeni üye, saksafoncu Dean Fay (Félim Gormley) olacaktır…
Onu, grubun baş solisti Deco Cuffe (Andrew Strong), davulcu Billy Mooney (Dick Massey) ve piyanist Steven Clifford’ın (Michael Aherne) katılımları izler…
Sıradaki isim, yıllardır Amerika’da müzik yapmakta olan 45 yaşındaki deneyimli trompetçi Joey “The Lips / Dudak” Fagan (Johnny Murphy) olur…
Arka vokallerdeki, Bernie McGloughlin (Bronagh Gallagher), Natalie Murphy (Maria Doyle Kennedy) ve Imelda Quirke’nin (Angeline Ball) gruba katılımları da çok fazla gecikmez…
Menajer Jimmy ile beraber, sahadaki bir futbol takımı gibi “on bir” kişiden oluşan “The Commitments” adındaki “soul” grubunun yapısı tamamlanmıştır artık…
Yalnız tam da bu noktada, Deco, Bernie, Natalie ve Imelda’nın seçmeler sonucunda değil de, bizzat Jimmy’nin teklifi üzerine bu kadroya katıldıklarını söyleyelim…
Onlar, Jimmy’nin yetenek avcılığının sonuçlarıdır…
Şimdi iki şeye daha ihtiyaç bulunmaktadır…
Bunlardan ilki, kullanılacak olan enstrümanlar ile ses teçhizatının teminidir…
Bunun için de, “karanlık” bir tip (ve kaçınılmaz olarak ileride can sıkması da muhtemel) olan Duffy’e (Liam Carney) başvurulur…
Elbette ikincisi de, provaların yapılacağı bir mekândır…
Neyse bu konuda da Jimmy’nin imdadına, patronunun yokluğunu fırsat bilerek yetişen genç dostlarından biri işlettiği bilardo salonunun kullanılmayan üst katını hiç düşünmeden doğrudan onlara tahsis eder…
Çok geçmeden ekibe, iki farklı görevle Mickah Wallace’da (Dave Finnegan) eklenecektir…
Fakat oldukça eğlenceli olan hikâyenin bundan sonrasını sizlere bırakacak ve biraz da filmin teknik ayrıntılarına değinmeye çalışacağız…
Özellikle de casting hususuna…
Zira oyuncularda, sinemadan çok müzik deneyimi arayan Parker ile casting direktörleri John ve Ros Hubbard çifti, 3.000 den fazla aday ile görüşmüşler…
Örneğin Robert Arkins, Andrew Strong, Maria Doyle Kennedy ve Angeline Ball, bu nedenle seçilerek kadroya katılmışlardır…
Tabii filmin müziklerinde de durum çok farklı değil…
Bu kez Parker ve müzik direktörü G. Marq Roswell, onların “canlı canlı” seslendirecekleri muhteşem 24 şarkıyı, 1000 kadar parça arasından seçerek tespit etmişlerdir…
Yani dememiz o ki, eğer aralarında Al Green, Aretha Franklin, Wilson Pickett ve Marvin Gaye’in de yer aldığı müziklere “aşina” ve hatta “vurgunsanız” sakın ola 4 BAFTA ödüllü bu filmi kaçırmayın…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Tarih: 13 Kasım 2020 01:03
Senaryosunu, aynı isimli kendi romanından (1987) uyarlayarak Dick Clement ve Ian La Frenais ile birlikte Roddy Doyle’un yazdığı “The Commitments”, Alan Parker’ın yönetmen koltuğunda oturduğu bir müzikal komedi…
Yorumumuza başlamadan “The Commitments” ın aslında, İrlandalı edebiyat insanı Doyle’un üç romanından oluşan ve “The Barrytown Trilogy / Üçlemesi” olarak da bilinen serinin ilk filmi olduğunu belirtelim…
Diğer ikisi ise sırasıyla, bu kez yine sinemada “marka” bir isim olan Stephen Frears tarafından çekilen “The Snapper” (roman 1990, film 1993) ile “The Van” (roman 1991, film 1996) dır…
Bu ilk filmde (romanda) Doyle:
İnsanlara video film kasetleri, tişörtler vs. gibi ıvır zıvır şeyler satmanın yanı sıra üç yıldır almakta olduğu işsizlik maaşı ile kendini çekip çeviren ve annesi, babası ve dört kardeşi ile aynı evde yaşayan 21 yaşındaki Jimmy Rabbitte’nin (Robert Arkins), 1960’ların Afro – Amerikan “soul” müziğini Dublin’de icra edebilecek bir grup kurma “hayaline” odaklanmaktadır…
Üstelik bu “hayalinin” bütün aşamalarını film boyunca Jimmy, kendi kafasında yarattığı “hayali” bir karakter olan Terry’e verdiği röportajlarda anlatmaktadır…
Ve son derece sabırsız olan adamımız hiç beklemeden icraata koyulu verir de…
Zaten hâlihazırda elinin altında, kendisinden ısrarla menajerleri olmasını isteyen gitarist Outspan Foster (Glen Hansard) ile basçı Derek Scully (Ken McCluskey) bulunmaktadır…
Bundan sonrası için yapılması gereken tek şey, yerel bir gazeteye “bir soul grubunda çalabilecek müzisyenler aranıyor” ilanı verip, başvuran herkesi “fanatik Elvis hayranı” olan ebeveynlerinin (babası Bay Rabbitte / Colm Meaney ve annesi Bayan Rabbite / Anne Kent) evinde birer birer ve sabırla dinlemektir…
Bu “Elvis Presley tutkusu” öylesine bir “fanatizmdir” ki, İrlanda’nın Katolik olan kesimindeki ailenin evinin duvarındaki “Papa portresi”, komedinin tam da dibi olarak “Elvis’inkinin” altında yer almaktadır…
Derken yapılan seçmeler sonucunda gruba katılan ilk yeni üye, saksafoncu Dean Fay (Félim Gormley) olacaktır…
Onu, grubun baş solisti Deco Cuffe (Andrew Strong), davulcu Billy Mooney (Dick Massey) ve piyanist Steven Clifford’ın (Michael Aherne) katılımları izler…
Sıradaki isim, yıllardır Amerika’da müzik yapmakta olan 45 yaşındaki deneyimli trompetçi Joey “The Lips / Dudak” Fagan (Johnny Murphy) olur…
Arka vokallerdeki, Bernie McGloughlin (Bronagh Gallagher), Natalie Murphy (Maria Doyle Kennedy) ve Imelda Quirke’nin (Angeline Ball) gruba katılımları da çok fazla gecikmez…
Menajer Jimmy ile beraber, sahadaki bir futbol takımı gibi “on bir” kişiden oluşan “The Commitments” adındaki “soul” grubunun yapısı tamamlanmıştır artık…
Yalnız tam da bu noktada, Deco, Bernie, Natalie ve Imelda’nın seçmeler sonucunda değil de, bizzat Jimmy’nin teklifi üzerine bu kadroya katıldıklarını söyleyelim…
Onlar, Jimmy’nin yetenek avcılığının sonuçlarıdır…
Şimdi iki şeye daha ihtiyaç bulunmaktadır…
Bunlardan ilki, kullanılacak olan enstrümanlar ile ses teçhizatının teminidir…
Bunun için de, “karanlık” bir tip (ve kaçınılmaz olarak ileride can sıkması da muhtemel) olan Duffy’e (Liam Carney) başvurulur…
Elbette ikincisi de, provaların yapılacağı bir mekândır…
Neyse bu konuda da Jimmy’nin imdadına, patronunun yokluğunu fırsat bilerek yetişen genç dostlarından biri işlettiği bilardo salonunun kullanılmayan üst katını hiç düşünmeden doğrudan onlara tahsis eder…
Çok geçmeden ekibe, iki farklı görevle Mickah Wallace’da (Dave Finnegan) eklenecektir…
Fakat oldukça eğlenceli olan hikâyenin bundan sonrasını sizlere bırakacak ve biraz da filmin teknik ayrıntılarına değinmeye çalışacağız…
Özellikle de casting hususuna…
Zira oyuncularda, sinemadan çok müzik deneyimi arayan Parker ile casting direktörleri John ve Ros Hubbard çifti, 3.000 den fazla aday ile görüşmüşler…
Örneğin Robert Arkins, Andrew Strong, Maria Doyle Kennedy ve Angeline Ball, bu nedenle seçilerek kadroya katılmışlardır…
Tabii filmin müziklerinde de durum çok farklı değil…
Bu kez Parker ve müzik direktörü G. Marq Roswell, onların “canlı canlı” seslendirecekleri muhteşem 24 şarkıyı, 1000 kadar parça arasından seçerek tespit etmişlerdir…
Yani dememiz o ki, eğer aralarında Al Green, Aretha Franklin, Wilson Pickett ve Marvin Gaye’in de yer aldığı müziklere “aşina” ve hatta “vurgunsanız” sakın ola 4 BAFTA ödüllü bu filmi kaçırmayın…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
Film Altyazıları
Avatar: The Way of Water (1,619)
Cocaine Bear (960)
John Wick: Chapter 3 - Parabellum (554)
A Man Called Otto (422)
Babylon (341)
John Wick: Chapter 2 (317)
Breaking (271)
Un beau matin (241)
In Bruges (224)
Shriver (216)
Dizi Altyazıları
Poker Face (2,017)
The Mandalorian (1,227)
Succession (713)
Better Call Saul (583)
Your Honor (530)
The Walking Dead (498)
Stargirl (480)
Liaison (403)
Shrinking (402)
Ghosts (367)