Kayıt |
: |
10 Ocak 2018 |
Son Giriş |
: |
Gizli |
|
|
- Gizli Gerçek
- Uncle Peckerhead
- Alone
- Measure for Measure
- Canavar Sorunları
Son Yorumları Sürprizbozan: Göster“Run”, senaryosunu da, filmin yapımcılarından Sev Ohanian ile (beğenerek izlediğimiz “Searching” in (2018) ardından) ikinci kez bir araya gelerek yazan Aneesh Chaganty’nin yönetmen koltuğunda oturduğu psikolojik bir gerilim…
İkili bu senaryoda da, formlarını korumaya devam ettiklerini göstermişler dünya âleme yine “pimi çekilmiş el bombası” kıvamındaki gizem dolu bir hikâye ile…
Öyle ki, böyle giderse bir üçüncü hatta dördüncü “işbirliğine” de kimsenin itirazı olmaz diye düşünüyoruz…
Hadi gelin başlayalım isterseniz…
Film, yeni doğum yapan Diane Sherman’ın (Sarah Paulson), kuvözde tutulan “küçük kızının” sıska bedenine endişeli gözlerle bakarken ve etrafındaki sağlık ekibine de, “İyi olacak mı?” diye sorarken start alır…
Ve aradan 17 yıl geçtikten sonra kendimizi, birden bire günümüzde buluruz…
Diane kasabanın dışındaki “gözlerden uzak” bir köşede bulunan evinde:
Tekerlekli sandalyeye mahkûm olan ve yiyecek diyetinin yanı sıra günün değişik saatlerinde, astım, ritim bozukluğu, hemokromatoz ve diyabet gibi rahatsızlıklara karşı önlem olarak bin bir türlü ilaç kullanmak mecburiyetinde kalan kızı Chloe (henüz ilk uzun metrajlı filminde oynayan Kiera Allen) ile beraber “münzevi” bir hayat sürdürmektedir…
Ömrü hayatında “hiç okula gitmeyen” ve annesinin yaptığı ders programı eşliğinde eğitimini evden devam ettiren Chole’nin her sabah dört gözle beklediği şeylerin başında postacı Tom (Pat Healy) gelmektedir…
Zira Chole, neredeyse rüyalarına girmekte olan Washington Üniversitesine başvuru yapmış olup, “Kutlarız, kabul edildiniz” yazan bir mektubun kendisine ulaşacağı ve mutluluktan havalara uçacağı günü iple çekmektedir…
Ama artık her nedense, postanın geliş saatlerinde Diane hep kapının önündedir ve bütün gönderileri de, o alır ve aralarında da asla öyle bir mektup bulunmaz…
Bir gün annesinin market alışverişinden döndükten sonra elindeki paketleri masanın üzerine bıraktığı ve kızının doktoru Qasabian (bu filmdeki gibi “Searching” de de diğer yapımcı olan Natalie Qasabian’a yapılan hoş bir jest) ile telefon görüşmesi yapmak üzere dışarıya çıktığı esnada:
Atıştırmalık aşırmak amacıyla market paketlerini karıştırdığında, annesi Diane’nin adına yazılmış “yeşil – gri” renkli yeni bir hap şişesine rastlar…
Chole önce annesinin hastalandığını zanneder…
Fakat o haplar kendisine verilmeye başlanınca canı bayağı bir sıkılır…
Neyse ilk gece fazla üstelemez ve yutar…
Fakat ters gitmekte olan bir şeylerden ciddi anlamda kuşkulanmaya başlayan Chole önlem olarak, ertesi akşamdan itibaren annesine karşı yutuyormuş gibi yaparak dilinin altında tutacaktır “Trigoxin” (gerçekte Digoxin) denilen bu hapları…
Elbette bununla da yetinmez ve Google’da ilacı araştırmaya karar verir Chole, tam da annesi loş karanlık içindeki karşı odadan “sinsice” kendisini gözetlerken…
Tabii tesadüf bu ya, anında gidiverir internet de…
Derken, birisiyle yaptığı bir telefon görüşmesinin neticesinde bu hapların aslında Trigoxin olmadığını öğrenmekte de çok fazla gecikmeyecektir…
Bunun üzerine Chole annesine, sinemaya gitmek istediğini söyler ve ellerindeki koskocaman bir mısır patlağı kovası ile film izlemeye giderler de…
Birden tuvalet bahanesi ile Chole kendini, sinemanın karşısındaki eczaneye atar…
Duydukları karşısında, bir anlamda dili tutulmuştur Chole’nin…
Çünkü bir insanın kullanması halinde bacaklarında hissizliğe sebep olacak olan ve annesi tarafından her akşam Chole’ye verilen bu ilaç, yalnızca köpekler için kullanılabilecek olan “Ridocaine” adındaki bir kas gevşeticidir…
An itibarı ile dakika 35…
Geride daha, karşılıklı hamlelerin birbirini izleyeceği ve gerçekte kimin kim olduğunu öğreneceğiniz son derece sağlam bir 55 dakika daha mevcut…
Bitirmeden kendimizi muhakkak değinmek zorunda hissettiğimiz “anne ve kızını” canlandıran oyunculara gelince…
Sarah Paulson her zamanki gibi iyi ve “inandırıcı” bir performans sergilemiş…
Peki, ya çömez Kiera Allen’a ne demeli?
Resmen o da döktürmüş Paulson’un karşısında…
Muhtemelen meyvelerini de toplar yakında bu “ilk büyük” başarının…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler, Sürprizbozan: Göster“Uncle Peckerhead”, senaryosunu yazmanın yanı sıra editörlüğü ile yapımcılığını da üstenen Matthew John Lawrence’ın yönetmen koltuğunda oturduğu, müthiş görsel efektler eşliğinde zaman zaman “korku” ögelerine de başvurulan “absürd” sahnelerle bezenmiş olan ve herkese hitap etmeyen müzikal bir komedi…
Kendini tamamen müziğe verebilmek amacıyla Scott (David Bluvband), Doris (Ruth Lolla) ve Diana (Moe McGovan) ile birlikte çalışarak kek pişirdiği küçük pastanedeki işinden vedalaşarak ayrılan Judy (Chet Siegel), dinlemesi için hazırladıkları DUH’un demo kasetini Amir’e (Amir Khan) teslim ederken, “sahne deneyimi” kazanmak üzere bir turneye çıkacaklarını söylemeyi de ihmal etmez…
Nihayetinde demo beğenilirse, Amir’in salonunda alt grup olarak sahneye çıkabilecek ve bir plak şirketinin sahibi de olan Jen Jennings’in de (Shannon O'Neill) ilgisini çekerek albüm anlaşması da yapabileceklerdir…
Tabii kapısında, kirasını ödeyemedikleri için bir “Tahliye Bildirimi” bulunan evdeki DUH grubunun davulcusu Mel’e (Ruby McCollister) göre bu tamamen hayaldir…
Max (Jeff Riddle) ise her zamanki gibi sessiz…
Ve…
Alışkanlık haline getirmiş oldukları hoplaya zıplaya “sarılma” ritüelinin ardından turne için yola koyulmak üzere evden çıkarlar…
Ama o da ne?
Absürd diye tanımladık ya yukarıda filmdeki bazı sahneleri…
Önce Max burnunun üstüne yere çakılırken (ki film boyunca benzerlerine daha pek çok kez rastlıyoruz)…
Ardında da yolculukta kullanacakları gıcır gıcır Toyota MPV’nin, borcunu ödeyemedikleri için satıcılarca alınarak götürülmekte olduğunu görürler…
Şimdi tura devam edebilmek için yapılacak tek bir şey kalmıştır geriye:
Dağıtılacak “el ilanları” aracılığı ile ödünç bir minibüs bulmak…
Al sana bir başka absürd fikir daha…
Neyse…
Fakat hiç beklenmedik bir biçimde işe yarar da…
Nasıl mı?
“Evsiz” olması nedeniyle yaşamını kendi külüstür Dodge minibüsünde sürdürmekte olan ihtiyar Peckerhead (David Littleton), birkaç dolar para ve yakıt giderleri karşılığında grubun malzemecisi olarak onları taşımayı kabul edebileceğini ifade eder…
Yeri gelmişken, birkaç kişiyi fazlasıyla zengin etmek dışında hiçbir işe yaramayan kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerine sağlam bir eleştiri olarak Lawrence tarafından önümüze konulan şu “evsizlik” işine de, biraz kafa yormanızı tavsiye ederiz…
Elbette başka bir çareleri bulunmadığı için Peckerhead’in teklifini kabul ederek, ilk gösterilerine çıkacakları mekâna doğru yola koyulur “dört” kafadarlar…
Bu arada Judy, tur araçlarının torpido gözünde bir “enjektör çantası” bulur ancak o an için hiç sesini çıkartmaz bit türlü anlamlandıramadığı bu tuhaflığa…
Yalnız verdikleri ilk konserin hasılatı olarak organizatörün (Mike Lawrence) kendisine, alay edercesine 3 dolar vermesi ve ceplerindeki paranın sadece 11 dolara yükselmesi bizler açısından, her gece yarısı 13 dakikalığına bir başka şeye dönüşerek bir tür “cezalandırıcı” rolüne soyunan Peckerhead’in ilginç şovlarına tanık olmamızı sağlayacaktır…
Öyle ki, yaptıkları karşısında “irkilmenize” rağmen “bu muameleyi hak etmişlerdi” demeyi de ihmal etmeyeceksiniz…
Artık o andan itibaren de, bambaşka bir film sizleri bekliyor olacak…
Eğer çok büyük bir oyunculuk performansı beklentisine girmezseniz ve bizim gibi korku – komedi kategorisindeki sıra dışı filmlerin tutkunları arasındaysanız, eminiz tek bir dakikasında dahi sıkılmayacağınız bu filme de bayılacaksınız…
Bitirmeden ekleyeceğimiz son husus, şimdiden Matthew John Lawrence’ın kıvrak sinema zekâsına hayran olduğumuz…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "İyi” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 7 verdiğimiz film için önerimiz de, “kaçırmayın” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler, Alone (2020) 20 Kasım 2020 Son derece “özgün” ve “ters köşeler” ile dolu olan senaryosunu Samuel Bandeira ile Gabriel Legua’nın yazdıkları ve yönetmen koltuğunda Vladislav Khesin’in oturduğu (birbirlerini bütünleyen) “iki bölümlük” “Alone”:
Bir kez daha IMDB’deki “kendi sınırlı ezberlerinin” dışına çıkılmasından hoşlanmayan malum kitlece verilen 4,3/10 luk ortalama üzerine izleme listemize aldığımız bir film oldu…
Peki, hiç değilse bu defa yanıldık mı?
Keşke…
Ama ne gezer…
Hadi gelin başlayalım yorumumuza…
Sürprizbozan: GösterFilm, en ince ayrıntısına kadar tamamını, “Kör Tuttuğunu Öper” olarak adlandırdığımız "sıra dışı" bir ikinci bölümün finalinde daha kapsamı olarak yeniden göreceğimiz bir sahne ile start alır…
O anlarda da:
Sicim gibi yağan yağmurun altında yalvar yakar ağlayan Hailey (Sara Anne) ve ona doğru koşan annesi Jill (Christa Atkins) ile silahını elleri zaten havadaki Daniel’a (Kyle Dondlinger) doğrultmuş olan Şerif Kavanaugh (Chuck Mccarns) kadrajdadırlar…
Elbette ilk başta bu manzaraya bir anlam veremiyor ve birden bire bir başka konuya atlandığı hissine kapılıyorsunuz…
Ancak lafı dolandırmadan hemen söyleyelim…
Bu filmdeki bütün olaylar, bir diğeri ile tamamen bağlantılı bir bütünlük arz etmektedir…
Derken…
Görme engelli yazar Emma’nın (Elizabeth Arends), Dr. Petersen’ın (Circus-Szalewski) tavsiyesi üzerine Robert (Caesar James) ve Jill çiftinin satmayı planladıkları sessiz ve sakin kır evlerine gitmek üzere Robert’ın kullandığı araç ile yola koyulduklarını görürüz…
Onları, elindeki “hoş geldin” hediyesi olan bir şişe şarap ile Jill karşılayacaktır…
(Lütfen ileride içilmenin yanı sıra özellikle de ikinci bölümde bir başka işe de yarayacak olan bu “şarap şişesini” aklınızın bir köşesine kaydediniz…)
Robert Emma’ya, alarm sistemi dâhil ev ve evde kendisinin konforu ile güvenliği için sağlanmış olan kolaylıklar hakkındaki gerekli bilgileri verir…
Robert ile Jill onu yalnız bırakarak gittikten sonra yerleşerek duşunu da alan ve ardından da uykuya dalan Emma, sabah uyandığında evde kendisinden başka birinin daha bulunduğu şüphesine kapılır aniden…
Fakat çok üstelemez ve evin verandasındaki açık havada, elindeki ses kayıt cihazı ile yakaladığını düşündüğü huzur içinde kitabının hazırlıklarına girişir…
Tam da bu esnada, kulak tırmalayarak ötmeye başlayan bir siren sesi duyulur ve Emma, kitabı için notlar almayı bırakarak alarmı kapatmak üzere evin içine yeniden girer…
Sabah ki kuşku ve ardından gelen bu olay sonrasında huzuru iyice kaçan Emma, iki gün önce mutfak tezgâhının üzerine bıraktığı bıçağı almak üzere mutfağa doğru yönelir…
O da ne?
Bıçağın yeri değiştirilmiştir…
Bunun üzerine ciddi anlamda paniğe kapılan Emma, yardımına gelmesi için derhal Robert’ı arar…
Peş eşe eve gelen Jill ile Robert kendisini sakinleştirmeye çalışırlar…
Çalışırlar da…
Ne yazık ki, ipin ucu kaçmış ve o an için kim olduğunu öğrenemediğimiz bir erkeğin saldırısı ile karşı karşıya kalmıştır sonuçta Emma…
Yani Emma’nın, evde yalnız olmadığına dair olarak kafasında oluşturarak Robert ve Jill’e ifade ettiği endişelerinde, yerden göğe kadar haklı olduğu ortaya çıkmıştır artık…
Ve kısa süren bir boğuşma sonrasında, Emma’nın sırtlanarak evin bodrum katına indirilmesi ile filmin “Ava Giderken Avlanmak” biçiminde tanımladığımız yaklaşık 25 dakikalık ilk bölümü de tamamlanmış olur…
Kırmızı bir otomobil ve içindeki dört genç, aynı eve doğru yol almaktadırlar…
Kimler mi bunlar?
Evin sahibi Robert ile Jill’in çocukları Hailey ve “alkolik” Jesse’nin (amcası Nicolas Cage’in gençliğini ikiziymişçesine andıran Bailey Coppola) yanı sıra Hailey’e askıntı olan Luke (Dane Majors) ve uçarı Nicole’dür (Albina Katsman)…
Çok geçmez davetsiz misafirler olarak bu dörtlüye, Hailey’in kendisinden hamile olmasına rağmen terk ederek ayrıldığı erkek arkadaşı Nate (Graham Jenkins) ile Nicole’ün sevgilisi Daniel’da (Kyle Dondlinger) katılır…
Geride sizleri, fazlasıyla kanlı bir “slasher”ın beklediği 50 – 55 dakikalık kocaman bir yeni bölüm bulunmaktadır…
Bitirmeden ilave edeceğimiz son husus ise, sanki kopuk kopukmuş gibi ilerleyen kurgunun canınızı sıkmasına asla izin vermemeniz…
Zira emin olun film bittiğinde, hikâyede yerli yerine oturmayan tek bir parça dahi kalmayacak ve türün meraklısıysanız bayılacaksınız…
Belki, yine klasik bir laf olacak ancak diğer yorumlarımızda olduğu gibi “spoiler vermeden” yazılmayanları yazmaya, anlatılmayanları anlatmaya, söylenilmeyenleri söylemeye çalıştığımız bu son derece özgün satırlar, filme ilişkin aydınlatıcı tespitler toplamımız olsun…
Sinema sanatına yaraşır; “emek ve bilgi verilerek” yazılmış bir başka kapsamlı yorumda yeniden buluşmak üzere kendi değerlendirme sistemimiz içinde "Geçer” kategorisine dâhil ederek puan olarak da 6 verdiğimiz bu film için önerimiz de, olumsuz puan ve yazılan yorumlara aldırmadan “bir şans da siz verebilirsiniz” şeklinde olacak…
Keyifli seyirler,
|