GÖRÜLMESİ GEREKEN 100 DRAM FİLMİ
TÜRKÇE ALTYAZI ÇALIŞMASIDIR
TÜRKÇE ALTYAZI ÇALIŞMASIDIR
Türkçe Altyazı olarak bu çalışmamızda dram türünde 100 filmlik bir seçki hazırladık. Bu özgün çalışmada belirlediğimiz isimler üzerine hazırladığımız yazıları sizin beğeninize sunuyoruz.
Özgün Metin Yazarları
kuzeydebiryer, gri72, Fügen Atasoy, asab26, EmreDogan, Bilal Anıl Duman, aydin1972, cesuryurek, God of Movie, MatthewMc, serdardemirkiran, trafalgar, aysak1981, fernazbey, Chaplin, akboynuz, Halildaim, kurt_thewolf, buzlubademcik, Okancha, paralax, Atakan Özruh, Yorumbaz, gitarisyen, AmenRaa, firatdicle, Lestat de Lioncourt, by_yeti, kefirdanesi, Themis, nano, g.c., smyrna3500, eskatalogya, cassavetes, bradyfrady, Galvaniz, fanatic_anchovy, Can Karako, neerd, cnsfrd,
kuzeydebiryer, gri72, Fügen Atasoy, asab26, EmreDogan, Bilal Anıl Duman, aydin1972, cesuryurek, God of Movie, MatthewMc, serdardemirkiran, trafalgar, aysak1981, fernazbey, Chaplin, akboynuz, Halildaim, kurt_thewolf, buzlubademcik, Okancha, paralax, Atakan Özruh, Yorumbaz, gitarisyen, AmenRaa, firatdicle, Lestat de Lioncourt, by_yeti, kefirdanesi, Themis, nano, g.c., smyrna3500, eskatalogya, cassavetes, bradyfrady, Galvaniz, fanatic_anchovy, Can Karako, neerd, cnsfrd,
Özgün Metinler
Incendies / İçimdeki Yangın (2010)
Türü "dram" dendiği zaman benim için ilk sıradaki film "Incendies / İçimdeki Yangın" dır. 2011 yılında En iyi Yabancı Film Oscar'ına Kanada adına aday olan ve bana göre haksız şekilde ödülü " In a better World" filmine kaptıran yapım, sonrasında katıldığı yarışma ve festivallerden 39 ödül ile dönerek kaliteli bir film olduğunu kat be kat tescillemiş oldu. Hikaye her nek kadar Lübnan asıllı Kanadalı Wajdi Mouwad'ın tiyatro oyunundan alınsa da, yönetmen Denis Villeneuve bunu seyirciye kesinlikle hissettirmiyor. Malumunuz, bir tiyatro oyununu sinemaya uyarlandığı zaman genelde tek sahnede geçer ve diyalog ağırlıklı olur. (Misal;Carnage ve Fences) Kaldı ki yönetmen ne kadar başarılı olduğunu bundan sonra çektiği Prisoners, Enemy ve Arrival filmleriyle de ispatladı.
140 dakikalık, neredeyse insan psikolojisini bozan bu çarpıcı ve etkileyici yapımın hikayesi kısaca şöyle: Fransa'da vefat eden Nawal Marwan avukatına çocukları Jeanne ve Simon'a verilmek üzere iki mektup bırakır. Jeanne'ye bıraktığı mektubu babalarına, Simon'bıraktığı mektubu ise ağabeylerine verilmesini isteri. İşin ilginç yanı babaları yıllar önce ölmüştür ağabeyleri ise yoktur. Bu garipliği çözmek için iki kardeş, annesinin köklerini bulmak için Ortadoğu'ya maceralı bir seyahate çıkarlar.
Özellikle çarpıcı finaliyle, sürprizli hikayesi ve etkileyici sahneleriyle başta da dediğim gibi bana göre dram türündeki en iyi film Incendies'dir.
The Persuit for Happyness/ Umudunu Kaybetme (2006)
Gerçek bir hayat hikayesine dayanan bu film benim için en dramatik filmlerin başında gelir. Dramatik olmasının yanı sıra, insana umut , güç ve azim aşılayan , pozitif duygular veren bir film. Bir babanın oğlu ile birlikte olabilmek için verdiği mücadele son derece etkileyici.
Doktorlara tıbbi bir makine satmaya çalışan Chris, kirasını bile ödeyemeyecek duruma düşünce, karısı onu terk eder. Chris artık 5 yaşındaki oğluna bakmak ve ona hissettirmeden bu zorlukları aşmak zorundadır.
Ellerindeki bir miktar para ile ucuz bir otelde bir süre barınırlar. Bu arada sempatikliği , zekası ve çalışkanlığı ile kendisini sevdirerek bir finans şirketinde stajyer olarak çalışmaya başlar.
Başına her türlü şanssızlık ve aksilikler gelen Chris, otelden de atılınca, baba oğul , kimi zaman bir tuvalette, kimi zaman da evsizler barınağında geceyi geçirirler.
Will Smith’in unutulmaz bir performans sergilediği bu filmde, ona gerçek oğlu Jaden eşlik ediyor. Baba oğul rolünde muhteşem bir uyumları var ve küçük Jaden oyunculuk kabiliyeti ile gelecek için ümit veriyor. Baba oğul 2013 yapımı After Earth filminde de birlikte oynadılar.
Cinderella Man (2005)
Boks yaparak geçimini sağlayan James J. Braddock kötü giden boks kariyeri sonrasında ABD'deki büyük ekonomik kriz diğer adıyla "Büyük buhran" yaşanması sebebiyle ekonomik olarak çöküş yaşamıştır. Bu çöküşte ki en büyük hatası ise yatırımın bir çoğunu borsa üzerinden New york taksilerine yapmış olmasıydı.Filmi izleyenler hatırlayacaktır James bir konuşmasında "New york taksilerine yatırım yaparak zengin olacağıma şimdi bu haldeyim" diyerek yüzündeki o imalı gülümsemesi aslında herşeyi açıklıyor gibi. Lüks ve mutlu hayattan baraka gibi bir evde eşi ve 2 çocuğu ile yaşama tutunma çabası içerisindedir. Onun yaşadığı tüm bu olumsuzluklar aynı zamanda çıktığı müsabakalara etki ediyor ve artık para kazanabileceği boks maçı ayarlamakta zorluk çekiyordur. Menejeri ve aynı zamanda yakın dostu Joe onun için çok ucuz paralara dövüş ayarlıyor ve tüm bunların üzerine sıradan boksörlerle yaptığı maçta elini kırıyor ,buna rağmen dövüşmeye devam ediyor ve 24 maçın 16sını kaybettikten sonra lisansı iptal ediliyor. Artık hiç bir boks maçına çıkamayacak olan James ailesini geçindirmek için mecbur olarak limanda günlük işçi olarak çalışmaya başlıyor. İşte bu sıralarda belki de filmin en can alıcı sahnelerinden birine tanık oluyoruz. Borçlardan dolayı aile büyük bir bunalıma girer limanda aldığı günlük ücret yetersizdir. James Kırık eli alçıda kendisini tanıyan tüm boks arkadaşları ve çevresinin bulunduğu mekana gider başı önde kırık eline şapkasını alır , titrek bir ses ve gözlerinden düşen yaşlar ile arkadaşlarından para ister.
Kimisi cebinde ki bozukları verir kimisi güler geçer.Eski Menejeri aynı zamanda dostu Joe da ona yardımda bulunur.
- Bırak da ringe çıkayım; hiç değilse bana kimin vurduğunu bilirim. ( Cinderella Man )
Zor günlerden geçen James hayatını biraz toparlamaya başlamışken şans meleği ayağına gelmiştir.
O yılların önde gelen boksörlerinden birisi olan Corn Griffin’in rakibi sakatlanmış ve kimse 2-3 günlük antrenmanla Griffin’in karşısına çıkmak istemiyordur.Paraya ihtiyacı olan James'in eski menejeri Joe sadece 200 dolar karşılığında bu maça çıkmasını teklif eder.
Bu teklifi havada kapan Braddock'a tek maçlık geçici lisans çıkartılır. Belkide mucizeyi gerçekleştiren James maçı nakavt ile kazanır ve bir anda tüm ilgileri üzerine çeker.Bu durum lisansını yeniden almasına yol açar ve menejerinin sayesinde dünya klasmanında 2. Sıra da bulunan ve yakın zamanda şampiyonluk maçına çıkması
beklenen Art Lasky ile bir maça çıkar. Maçı yine mucizevi bir şekilde puanla Broddock kazanır ancak kaburgalarından sakatlık yaşar. Dönemin en ünlü ve en güçlü boksörü Max Baer ile ünvan maçına çıkacak olan Braddock sakatlığını gizleyerek Max ile ünvan maçında karşılaşır. Tüm otoriteler Jamesin daha ilk round sonunda nakavt olacağınını düşünürken mücadeleyi 15. Round'un sonunda nakavt ile James J. Braddock kazanır ve Dünya şampiyonu olur.
Tüm mal varlığını kaybetmiş , kırık elle çok ucuz paralara dövüşmek zorunda kalmış , limanlarda günlük işlerde çalışmak zorunda kalmış ,
her insanın yaşayıp kaldıramayacağı zorlukları cesareti ve inancıyla üstesinden gelip bu spor için ne kadar önemli bir faktör olduğunu
herkese bir kez daha kanıtlamış olması ona "Cinderella Man" lakabını kazandırmıştır. James Jim Braddock 1938 yılında
boksu bırakmış, 2. Dünya Savaşında Amerikan ordusuna katılmış ve 1974 yılında 69 yaşındayken ölmüştür.
Bu muhteşem öyküyü Spor ve dram ile harmanlayan bu filmi izlememiş olanlarınız varsa bir saniye bile düşünmemenizi tavsiye ediyorum.
Before the Rain / Yağmurdan Önce (1994)
Balkanları alev alev saran milliyetçilik, tarihin mirası olan etnik kimliği farkediş ve sonrasında acılarla kendini belli eden insan manzaraları.Film "kelimeler" "yüzler" ve "fotoğraflar" adlı üç bölümde işleniyor.Kelimeler adlı bölümde kendimizi bir dağ başında ruhsal hayat sürdüren Ortodoks rahipler arasında buluyoruz. Sessizlik yemini etmiş olan Kiril bir gece odasında hristiyanlardan kaçan bir Arnavut kızı Zamira'yı bulacaktır onu ele verip vermeme konusunda yaşadığı çatışma insancıl bir hareketle sessizliğine devam edip bu müslüman kızı saklama haline bürünecektir. Yaptığı seçim Balkan coğrafyasının sert mizacında aynı hoşgörüyle karşılanmasada bir insan başka ne yapabilir ki. İkinci bölümde yaşanan acıların uzağında, ayakları üzerinde duran bir kadının seçimi ve aşkı arayışı ele alınacak burada tanıdığımız Makedon fotoğrafçının huzur bulmak amacıyla ülkesine geri dönüşü filmin son perdesi yani "fotoğrafları" meydana getirecektir. Film büyük bir acının ortasında farklı bir anlatıma sahip,
Bosna'da daha sonra Kosova'da yaşanan insanlık dramının tekrarlanma ihtimalini sorgulayan yağmurdan önce "etnik kimliğin" onlar ve bizler ayrımına dönüşümünü, bu farklılığın tahammülsüzlükle harmanlayıp ölümlere neden oluşunu yağmurdan önce yaşanan sıkıntılı havanın hissedildiği dakikalarda gözlerimizin önüne seriyor. Gördüklerimiz buz dağının su üstünde kalan kısmı kadar belirgin ve anlaşılır bu bile gözyaşlarımızı harekete geçirmekte yeterli olabiliyor peki suyun altında kalan ancak görmek isteyen insanların görebileceği acılar hakkında ne biliyoruz belkide filmde dendiği gibi "zaman asla ölmeyecek" hiçbir şey dünde kalmayacak, yaşanan acılar gün gelecek farklı yerlerde farklı kimliklerle yeniden dirilip hayat döngüsündeki yerini alacak çember yuvarlak olmasada bu çevrimde yaşanacak olaylar yaşanmışlara benzemek için yeni yüzler ve bildik nefretler bulacaktır. Önemli festivallerde çok sayıda ödül alan bu film etkileyici müzikleriylede dikkatlerimizi çekmeyi başarıyor.
Suna no onna / Kumların Kadını (1964)
Hiroshi Teshigahara özellikle iki roman uyarlaması ile dünya sinema eleştirmenlerinin büyük ilgisini çekmeyi başarmış. Suna no onna bunlardan birisi. Yaptığım küçük araştırmada filme konu olan romanın modern Edebiyat klasiği olarak kabul gördüğünü aktarayım. Yazar kobo abe iyi ki bu kitabı kaleme almış. Yoksa başta paralax sonra da ben böylesine büyük bir başyapıttan mahrum kalacaktık.
Filmin başlarında en büyük korkum film süresiydi. 147 dakikalık bir yapım özellikle sanat ve felsefik değerler taşıyorsa izlenmesi hiç kolay olmuyor. Tek mekanda ve ışığın sonuna kadar kısıldığı karanlık ortamları da düşününce izlemeden vazgeçilebilecek bir yapım gibi gelebilir bizlere. Ama bu son yazdıklarımın filme eksi yönde bir etkisi olmamış. Daha önce tek mekan kullanan filmlere övgü yağdırmıştım. 12 Kızgın Adam bu tür yapımların başında geliyordu. Bu filmi izledikten sonra sıralama da küçük bir değişiklik yapayım ve bu ustaca kotarılmış filmi listemin başına alayım.
Bir Entomologist'in kumlar arasında böçek aradığı sahne ile filme başlıyoruz. Kullanılan atmosfer ve arka fonda duyulan müzik ise hafif bir gerilim yaşamamıza neden oluyor. Aramasının yorgunluğunu kumlar içerisine gömülmüş bir kayıkta atmaya çalışan Entomologist Niki Jumpei (Eiji Okada) yakınlarda bulunan köydenbirisiyle tanışır. Dönüş saatinin geç olmasından dem vurarak yabancıyı köye davet eder. Sonsuz kum diyarının derinliklerinde bekleyen yeni yaşamından habersizce attığı adımlar onu karanlık bir dünyaya götürecektir.
Gizli Dünya / Room (2015)
Oyuncu performanslarıyla göz dolduran (Jacob Tremblay'den o yaşta böyle bir performans), güzel işlenmiş, sade ve bir o kadar da naif bir film. Brie Larson gerçekten En iyi kadın oyuncu Oscar'ını hak etmiş. Anne ve Kızının başlarına gelenler çok iyi aktarılmış. Odanın iç karartıcılığı, ufaklığı bizlere sürekli empati yapmamızı sağlıyor. Minik oyuncu Jacob Trembly’nin filmdeki ismiyle Jack’in iç sesinin olduğu bölümler ve onun 5 yıllık hayat tecrübesi ve annesinden öğrendikleriyle harmanladığı, hayata bakış açısı ve yarattığı kendi dünyası çok etkileyici. Kamera açıları çok iyi seçilmiş ve iyi kurgulanmış bir film. Filmin büyük çoğunluğu tek mekanda geçmesine rağmen büyüleyici havasıyla hiç sıkmıyor.
Filmi izleyenler anlayacaktır. Filmi iki bölüme ayırmak gerek. İlk bölüm o kadar güzel işlenmiş ki, adeta dudak uçuklatıyor. Sizi içine çekiyor ve meraklandırıyor. Tabi ilk bölümü iki kişi arasında geçen bu hikayede Brie Larson ve Jacob Tremblay’in uyumu ve muhteşem oyunculuklarının payı da bunda etkili oluyor.
Çok çok iyi dram ögeleri barındıran, izleyiciyi derinden sarsan muhteşem bir iş çıkarmış Lenny Abrahamson. Kesinlikle herkesin izlemesi gereken muhteşem bir dram...
.
Mar Adentro - İçimdeki Deniz (2004)
Bu seçimi yaparken hem çok zorlandım hem de pek zorlanmadım. Nedeni dram filmlerini çok fazla takip etmemem ama takip edip de bana öneri de bulunan arkadaşları dinleyip izlediklerim hep kaliteli çıktı. Ama mesleğim açısından (gelecekteki) bu filmi seçmeyi karar verdim. 1 Oscar ödüllü ve IMDB Top 250 listesinde 8.0/10 puanla #226.
Bir kaza sonucu boynundan altı felç olan bir gencin ilerleyen zamanlarda ötenaziyi istemesi ve bunun üzerine olayların kurulmasını anlatıyor. Başrolde usta İspanyon oyuncu Javier Bardem var. Bu film bana ileride bir hastam ötenaziyi isterse onun neler hissettiğini anlamama yardımcı oldu. Başrol ve senaristlerin bir harmoni içerisindeki uyumu yüzünden bayağı duygulanmıştım izlerken. Herkes bir şey derken o çoktan kararını vermişti. Bu dünyadan gitmek onun için en iyisiydi. Ama film sadece bunu göstermiyor. Film ayrıca onun o gençliğini, enerjisini, karizmasını gösteriyor ve bir anda bizi şu anki gerçeğe döndürerek her şeyi ana karakterden aldığı gibi ellerimizden alıyor.
.
Canım Kardeşim / Ertem Eğilmez (1973)
Canım Kardeşim...
Yazdığım zaman bile içim acıyor...
Dram mı istiyorsunuz? İçiniz mi kıyılsın istiyorsunuz?
Çaresizliğin Ne demek olduğunu mu anlamak istiyorsunuz?
küçük şeylerden mutluluk mu arıyorsunuz.?.
işte hepsi bu filimde mevcut..
Konumuz kısaca şöyle,
Kardeş Kahraman,(Kahraman Kıral) Abisi Murat (Tarık Akan) ve kankası Halit (Halit akçatepe) fakir işsiz güçsüz ama kendince mutlu bir yaşamları vardır..
geçimlerini küçük sahtekarlıklar yaparak kazanırlar Murat ve Kahraman babalarıyla küçük bir evde kalırlar, bir akşam evde çıkan bir yangında babaları zehirlenir ve hayatını kaybeder.
Halit bi gün evden kovulur ve mecburen ve Murat ve Kahraman ın kaldığı eve yerleşir.
Kahraman bir gün mahallenin zengini olan Mehmet (Metin Akpınar) evine yeni aldığı Televizyonu görür ve sonrasında Kahraman'ın tek hayali eve bir televizyon alınmasıdır.
Ancak belli bir süre sonra Kahraman halsizleşir bunun üzerine Murat ve Halit hemen Kahramanı doktora götürür ve doktor, kardeşinin her isteğinin yerine getirmelerini söyler, Sebebi ise Kahraman Kanser olmuştur..
Murat ve Halit ne yapacaklarını bilemezler içten içe kendilerini yer bitirirler.
Ardından Kahraman'ın öğretmeni (Adile Naşit) ile görüşürler ve o da Kahramanın hastalığı geçene kadar izin verir,
Ancak öğretmen durumun farkındadır bu süreriz bir izindir.
Murat ve Halit ellerinden geldiğince Kahraman'ın her isteğini yerine getirmeye çalışırlar, lunaparka götürürler, Hatta bir gün Murat kanını satar ve aldığı parayla büyük bir restaurant'ta yemekler yedirirler..
]
-Ben ölecekmişim.
-Ne var bunda oğlum yemin ettirecek.
-Hiççç.
-Ama abimle Halit abim konuştuklarımızı duydun mu diye bana bağırdılar akşam.
Bende korkudan duymadım dedim.
-Sen sahiden ölünce bilyeler ne olacak?
-Ne biliyim ben.
-Bana versene.
-iyi ya ölünce abimden alırsın.
-Yaşa ulan.
Ancak Kahramanın aklı Televizyonda dır.
Murat ile Halit Televizyonu almak için ellerinden gelen her şeyi yaparlar ve en sonunda bir gece eve dönerlerken bir mağaza vitrininde gördükleri televizyonu çalarlar ve eve getirirler.
Murat ile Halit evde Kahraman uyurken hazırlık yapmaya başlarlar nedeni ise Kahramanın en büyük arzusunu yerine getirmişlerdir,
Murat ve Halit bir ara durular ve gülmeye başlarlar, evin içinde bir telaş bir neşe, bu tarifi olmayan bir mutluluk anıdır.
Tüm film boyunca bu neşeyi belkide seyirci görmeye aç kalmıştır.
Halit ile Murat nihayetinde Küçük Kahramanın isteğini yerine getirmiş ve rahatlamışlardır....
Ama çok geçtir..................
Filmde küçük bir rolde Kemal Sunalı da görürüz, bu ise Kemal Sunalı ın 2. filmidir.
Kendisi 1973 yılında ayrıca 3 filmde daha rol almıştır
Ertem eğilmez bu film zamanına kadar genellikle Romantik, Duygusal, Komedi filmleri çekmiştir ancak hala istediğine tam olarak kavuşamamıştır
Bir gün Sadık Şendil' den toplumcu ve gerçekçi bir senaryo yazmasını ister. Belli bir süre sonra senaryo hazırdır okur, çok beğenir.
Virgülüne dahi dokunmadan kamera önüne koyar filmi.
Çekimleri sırasında Ertem eğilmez çevreden olumsuz eleştiriler alır, hatta Halit akçatepe bile sık sık kendisine çekincelerini iletir..
ve bir gün Halit akçatepe ile konuşurken
"Film gösterime girdiğinde, yalnız ben, sen ve Tarık olacağını bilsem bile salonda, yine de çekeceğim filmi" der.
Film sinemalarda gişe yapamamış olsa da Türk sinema tarihinde en güzel yerlerde sırasını almıştır..
Filimin fonunda sürekli içinizi buran bir müzik çalar, iste bu ustanın adı "Cahit Oben" dir ve bu müzik ona 1973 5. adana altın koza film şenliğinde Ey iyi müzik ödülünü kazandırır.
O yıl 5. adana altın koza film şenliği en iyi film ödülünü "Gelin" ile "Ömer Lütfi Akad" alır ve en iyi 2. film olarak Canım Kardeşim layık görülmüştür
Diğer ödülleri ise
5. adana altın koza film şenliği, 1973 - erdoğan engin - en iyi görüntü yönetmeni
5. adana altın koza film şenliği, 1973 - ertem eğilmez - en iyi yönetmen
Bu filmde ayrıca Şu an aramızda olmayan
Ertem Eğilmez
Sadık Şendil
Kemal Sunal
Adile Naşit
Ahmet Turgutlu
Renan Fosforoğlu
Necdet Yakın
İhsan Yüce
Ve yakın tarih te yitirdiğimiz ,
Tarık Akan ve Halit Akçatepe ye
Saygılarımı sunarım
.
Schindler's List / 1993 - Schindler'in Listesi
2 Dünya Savaşı zamanından Almanların bilindik meşhur Yahudi soykırımı tüm hızla devam ederken, işin ekonomik yönüyle savaşta rol alan sanayici Oscar Schindler'in acımasızlığa karşı vicdanının sesini dinlemesinin öyküsün anlatır Steven Spielberg Schindler'in Listesinde. Kendisi de Yahudi olan Spielberg çoğu filmde Nazi soykırımına göndermeler yaparken bunlar yetmemiş olacak ki başlı başına bu konu üzerine bir film yaparak sinema tarihine adeta farklı bir yön verir. Tüm dünyaca etkileyiciliği ve başarısı kabul görmüş Schindler'in Listesi 2. Dünya savaşında Yahudilerin maruz kaldığı acımasız katliamları cüretkar sahnelerle gösterir. Savaşın gidişatı ve savaşa dahil olan her insanın uğradığı yıkımlardan Oscar Schindler de nasibini alır. Başta çok ucuza çalıştırdığı Yahudi işçilerle Alman ordusuna çanak çömlek üretir. Çok fazla para kazanmaya başlamışken şahit olduğu zulmlere karşı duyarsız kalamaz ve vicdanının sesini dinleyerek elinden geldiğince ölmeleri kesin olan Yahudileri kurtarmak amacıyla gerekli gördüğü insanlarla anlaşarak işçi ihtyacını karşılama bahanesi altında satın almaya başlar. Bir yandan da savaş esirlerinin meşhur Auschwitz kampına götürülmesini engellemeye çalışır. Bu konuda kendisine yardımcı olan da yine bir Yahudi olan Itzhak Stern'dir. Filmin sonunda savaş sona ermek üzereyken Schindler'in bir rozet karşılığında bile Nazilerden Yahudileri kurtarabilecek fırsatı olduğunu ifade dramatik bir şekilde anlatır. Baştan sona siyah beyaz çekilen film dramı vermekte ustaca kullanılmıştır. Sonuçta Oskar Schindler 1100 den fazla Polonyalı Yahudilerin kurtulmasında direkt rol oynamış ve bu tarihi olayı Steven Spielberg ustaca sinemaya aktarmıştır. 7 oscar ödüllü Schindler'in Listesi kendi dalında kült film olmayı hakkıyla elde etmiş bir baş yapıttır.
.
La vita è bella / Hayat Güzeldir (1997)
Konu: İkinci Dünya Savaşı’nın birkaç yıl öncesini anlatarak başlayan filmde başkahramanımız hayat dolu Guido’nun güzeller güzeli öğretmen Dora’ya vurulur ve tüm engellere rağmen evlenirler. Ardından bir de çocuk sahibi olan çiftin hayatlarındaki tüm pürüzler ortadan kalktığında savaş patlak verir. Yahudi oldukları için toplama kampına götürüldüklerinde Guido, oğluna esir kampının ve savaşın bir oyun olarak söyleyecek; oğlu, oyunu başarıyla tamamlarsa ödül olarak çok istediği bir oyuncak tankı hediye edecektir.
The Pianist ve Schindler's List filmleriyle aynı kulvarda sanırım bu film. Ama ikisinden de daha çok seviyorum bu filmi. Dramı biraz daha az tutarak onun yerine komedi var filmde. İzlemesi daha rahat diğerlerinden. Kasvetli bir havası yok yani. Roberto abimiz ise sürekli pozitif olmaya çalışıyor filmde. Oldukça neşeli başlıyor zaten film. Sonra malum olaylar gerçekleşiyor. Tüm kötü olayları oğluna hiçbir terslik yokmuş gibi aktarma çabasını da müthiş bir şekilde işliyorlar. Herşey olması gerektiği gibi, çok başarılı. Finale doğru da bir keşke çektiriyor film, ama iyi ki de yapıyor bunu. İzlenmesi gerekenlerden. Başyapıt.
.
The Shawshank Redemption / Esaretin Bedeli (1994)
IMDB Top 250 listesinde 1.sırada, TA Top 250 listesinde yine 1.sırada, Amerikan Film Enstitüsü'nün tüm zamanların en büyük filmleri listesinde 72.sırada ve İngiltere'de en çok satan film dergisi Empire'ın Tüm zamanların en büyük 500 filmi listesinde 4.sırada olan The Shawshank Redemption / Esaretin Bedeli'ni bu başlık altına yazmazsak haksızlık olurdu herhalde. Stephen King'in "Rita Hayworth ve Shawshank'in Kefareti" adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan film; masum olduğunu iddia etmesine rağmen karısını ve sevgilisini öldürdüğü gerekçesiyle Shawshank Devlet Cezaevi'nde yaklaşık 20 yılını geçiren bankacı Andy Dufresne'in hikâyesini anlatıyor.
Stephen King tarafından film hakları 1000 dolara satılan, 7 dalda Oscar'a aday olmasına rağmen hiç bir dalda ödül kazanamayan, üstüne üstlük 35 milyonluk maliyete karşılık 18 milyon hasılat elde edererk gişede de zarar eden film, hak ettiği değeri sonradan kazanan ender filmlerden. Hatta öyle ki Amerika'da şu ana kadar en çok kiralanan video kasedi ünvanını, bu film elinde bulunduruyor.
Peki nedir bu filmi kült haline getiren ya da kariyerinde yaklaşık 150 filmde rol olan Morgan Freeman'ın "en sevdiğim filmim" demesine sebep olan şey? Bana göre en başta insana umut aşılaması ve tam bir kendini iyi hisset filmi olması... Sonrasında da ilahi adaleti vurgulaması, dostluğun ve, sabrın önemini sade, etkileyici ve doğal bir dille anlatması. İnsanların kalbine dokunan bir hikayesinin olması ve başarılı oyunculuklar da cabası tabii. Bu arada filmin yönetmeni ve senaristi Frank Darabont'u izleyiciye daha cazip gelecek şekilde orijinal hikayede başta finali olmak üzere bazı değişiklikler yaptığını da göz önünde bulundurmakta fayda var.
Başta Tim Robben'ın canlandırdığı Andy Dufresne karakteri için Tom Hanks düşünülmüş fakat Forrest Gump projesinde yer aldığından olmamış. Sonrasında Kevin Costner ile görüşülmüş ama o da Waterworld projesine dahil olduğundan kabul edememiş. Morgan Freeman'ıncanlandırdığı Red karakteri için de Sidney Porter ile görüşülmüş ama o da karakterin iyi bir örnek teşkil etmediğini ileri sürerek kabul etmemiş.Yönetmen Frank Darabont bu projede çalışamadığı Tom Hanks ile yine bir S.King romanı olan Green Mile / Yeşil Yol'da 5 yıl sonra çalışma şansını yakaladı, yine en iyi film dalında Oscar'a aday oldu ve maalesef yine kazanamadı.
Yazımı, filmde geçen ve Red karakterini söylediği şu sözlerle bitimek istiyorum: “...Bugün bile o iki İtalyan kadının ne söylediğine dair en ufak bir fikrim yok. Gerçeği söylemek gerekirse, bilmek de istemiyorum. Bazı şeylerin bilinmemesi daha iyi. Şarkının kelimelerle anlatılamayacak kadar güzel bir şeylerle ilgili olduğunu düşünmek istiyorum; kalbinizi derinden etkileyen bir şeylerle. Diyeceğim şu ki; o sesler en umutsuzca yaşayan birinin hayal bile edemeyeceği kadar uzağa ve yükseğe uzandılar. Sanki güzel bir kuş kanatlarını çırparak bizim tekdüze, minik kafesimize girip duvarlarımızı yok etti ve kısacık bir anlığına da olsa Shawshank’teki herkes kendini bir anlığına da olsa özgür hissetti.”
.
Ballada o soldate / Askerin Türküsü (1959)
Savaş yıllarında geçen bu yol öyküsü sahip olduğu hümanist yaklaşım ile savaşın yıkıntıları arasında Rus halkının özlem dolu hikayesini yalın ve dişe dokunur bir şekilde anlatıyor.Filmin ilk karelerinde kendimizi tankların dövdüğü siperlerde buluyoruz, ölüme teslim olmayı bekleyen korku havası bir koşuşturmaya dönüşürken, telsizden sorumlu er Alyoshanın kaçışı ile bomboş siperlerde bir kovalamaca başlıyor ve küçük bir kararlılık iki tankı devirirken, ayakta kalan Alyosha'nın kahramanlık öyküsüne tanıklık ediyoruz.Rus genarelin karşısında korkusunu söylemekten geri kalmayacak kadar dürüst askerimiz madalya teklifinin yerine komutanından annesini bir gün görebilmek için izin istiyor.Bu dakikadan itibaren 19 yaşındaki bir Rus askerinin annesine ulaşmak için çıktığı yolda insan manzaraları eşliğinde savaşın korkunç yüzüyle karşılaşacağız.Savaş meydanında bacağının birisini vatanı için feda eden bir askerin eşine yetememe kabusuyla geçirdiği dakikalarda hüzünlenip, trene gizlice binen ve er Alyosha ile yolculuğa devam eden Shura'nın ürkekliğinde yüzümüzde aniden beliren gülümsemeyi farkedip iki gencin romantik dakikalarında savaşı unutacağız.tabi savaşın bizi unutmayacağını bilerek..
Rus sinemasını yeni keşfeden bir sinemasever olarak bu yapımdan etkilendiğimi itiraf edeyim. ( 2003 yapımı "Vozvrashcheniye" filmini çok beğenmiştim. ) Ballada O Soldate filmini seyretmeden önce karşımda propaganda dolu bir yapım bulacağımı zannediyordum. korkusuzca vatanları uğruna ölen Rus askerlerini yüceltecek ,Komünist Manifesto'nun ilanından beri yükselen sesi aynı zamanda proletarya'nın ilancısı olacaktı. Bunun yerine çağdaş yapıtlarıyla boy ölçüşebilecek sıcacık bir ruha sahip bir yol öyküsü izledim.Bu filmin başrollerde yer alan iki genç oyuncu için ilk sinema denemesi olduğunu söylemeden geçmeyeyim esasında usta bir oyunculuk yerine karşınızda halktan iki insan buluyorsunuz yapmacık değiller özellikle büyük oyunculuk çabası içerisinde hiç değiller. filmde yönetmen tarafından böyle bir isteğinde öne sürüldüğünü hiç zannetmiyorum o dönemde çekilen batılı klasikler aşkı ve aşık olunan kadını farklı bir güzelliğe büründürmeye çabalarken bu Rus klasiğinde sadelik içerisinde birbirine sevgi dolu bakışlara ve içten sarılmalara şahit oluyoruz.Filmde Shura rolünü oynayan "Zhanna Prokhorenko" nın güzelliğinden etkilenmemek elde değil birkaç sahnede ekrana kilitlenip kalıyorsunuz. Amerikan sinemasının ötesine çıkıp farklı ülkelerin sinemasıyla tanışmak için tercih edilebilecek ve izlemenizi önerebileceğim bir film.
.
Manchester by the Sea / Yaşamın Kıyısında (2016)
"Kapıcılık yapan Lee Chandler, bir yakınının öldüğü haberini aldıktan sonra Manchester'a yola koyulur. Oraya vardığında ölen kişinin vasiyetini öğrenir ve bu vasiyette yeğeni Patrick'e ebeveyn olacağını öğrenir. Lee bunu öğrenince çok endişelenir çünkü hayatı kötü durumdadır ve yaşadığı yer sadece tek kişiliktir. Lee, bu süreçte acılı geçmişinden kaçıp Patrick'le nasıl geçinebileceğini düşünmeye çalışır."
Adını çok duyduğum Manchester By The Sea, gerçekten de anlatıldığı kadar başarılı. Gerçekçi diyalogları, inanılmaz oyunculukları ve yönetmenliğiyle bu filmi çok sevdim. Gerçi her Oscar'a aday olan film hakkında böyle bir şey demek çok kolay. Peki Manchester By The Sea'yi bu kadar iyi yapan temel şey ne?
Aynı Moonlight filminde olduğu gibi Manchester By The Sea, içinde bulunan durumu her şeyiyle ortaya koymuş ve çok gerçekçi bir iş çıkarmış. İnanılmaz oyunculukların yanı sıra bu filmin diyalogları çok kuvvetliydi. Filmdeki karakterler konuşurken sanki film icabı değil de, önünüzden geçen iki kişinin konuşmasını dinliyor gibi oluyorsunuz. Aynı zamanda bu film gerçekten de çok sadeydi.
Bu konuda filmin senaristi ve yönetmeni Kenneth Lonergan gerçekten de çok iyi bir iş çıkartmış (ayrıca filmde ufak bir cameosu da var). Gerekse uzun çekimler, muhteşem manzaralar ve dediğim gibi inanılmaz diyaloglarla Manchester By The Sea, seyirciye yaşatmak istediği duyguyu yaşatmayı başarıyor.
Oyunculuklara değinelim. Herkes bu filmde Casey Affleck'in çok iyi olduğunu söylemiş. Az demişler! Casey Affleck, bu filmde inanılmazdı! Ve sadece oyunculuğuyla da değil, bakışlarıyla ve sessizliğiyle karakterinin yaşadığı duyguları çok iyi bir şekilde yansıtmış. Eğer oyunculuk dersleri alıyor ve film analizleri yapıyorsanız, Manchester By The Sea'yi sırf Casey Affleck için izleyebilirsiniz.
Yardımcı oyunculardan Michelle Williams başarılıydı. Zaten ben Williams'ın hep arka planda kalmış olan bir oyuncu olduğunu düşünüyordum ve bu filmde sonunda parlamayı başarmış. Filmde çok fazla olmasa da özellikle Casey Affleck'le olan filmin sonlarındaki konuşma sahnesinde döktürmüş resmen. Ayrıca
Kyle Chandler'ı da bu filmde görmek çok güzeldi. Ve yardımcı oyunculardan Lucas Hedges de Casey Affleck'in yanında güçlü bir performans sergilemeyi başarmış.
Filmle ilgili birkaç ufak sorunum var sadece. Filmin ilk 40 dakikasında Lee karakterine pek ısınamıyorsunuz. "Filmin ana karakteri buysa ben bu kişiyle nasıl empati kurabilirim ki?" gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Ama bundan sonra gelen flashback sahnesi her şeyi açıklığa kavuşturuyor ve kafanızdaki soru işaretlerini temizliyor. Bu yüzden bu o kadar da büyük bir sorun değil. Bunun dışında filmin temposu yavaş ilerlese de araya atılan bazı gereksiz sahneler filmi iyice yavaşlatmış. Bu yüzden Manchester By The Sea'nin tekrar tekrar izlenebilecek bir film olduğunu düşünmüyorum. Filmi bir kere izlemek bana yetti şahsen.
Uzun lafın kısası Manchester By The Sea, gerçekten de iyi kavranmış bir dram filmi. Seyirciye istediği duyguyu yaşatmayı başarıyor, gerek sinematografisi, senaryosu, diyalogları ve oyunculuklarıyla gerçekten de görülmeyi hak ediyor doğrusu.
.
One Flew Over the Cuckoo's Nest / Guguk Kuşu (1975)
Ken Kessey'in California Savaş Gazileri Hastanesi'nde geçirdiği yıllardan hareketle kaleme aldığı kitabından uyarlanmış bu film, büyüleyici karakterleriyle bir adım öne çıkar. Kessey her ne kadar bu filmi asla izlemek istemiyorum dese de (Filmin Kızılderili şefi Bromden'in bakış açısıyla aktarılmaması yüzünden ) 1975 yılında çekilen bu film 5 ana dalda oscar heykelciğine kavuşacaktır. Filmin baş karakteri Mc Murphy için düşünülen ilk oyuncu aslında Kirk Douglas'tı. Filmin haklarını da elinde bulunduran Kirk Douglas'ın yaşının ilerlemiş olması yapımcıları tereddüte düşürmüştü. O yıllarda yıldızı bir hayli parlayan Jack Nicholson bu karakter için uygun bulunmuştu. 1974 yılında rol aldığı Chinatown (Çin Mahallesi) filmindeki J.J. Gittes rolü ile göz dolduran Nicholson için bu film çok cezbediciydi. Bir rivayete göre Jack Nicholson filmin çekimleri başlamadan 2 ay önce gözden kaybolmuş bu role deneyimleyerek kendini hazırlamıştı.
Mc Murpy filmde sistemi sorgulayan kurnaz bir kumarcı olarak karşımıza çıkıyor. Rehebilitasyon merkezine gelmesiyle delilik halini bir düzene koyma güdüsü onu hain hemşire Ratched (Louise Fletcher) ile karşı karşıya getirilecektir. İnsan sinirlerini test etmeye niyetli hemşire karakteri için daha önce Jane Fonda, Faye Dunaway gibi isimlere gidilmiş ama bu karakter için hayır cevabı almışlardı. Louise Fletcher o kadar başarılı bir karşıt karakter ortaya koyacaktır ki filmle birlikte en iyi kadın oyuncu oscarına layık görülecektir. Bu film onun kariyerinin zirvesi olacaktır. Özellikle Mc Murpy'nin sert mizaçlı hemşiremiz ile karşı karşıya geldiği sahnelerde Jack Nicholsan büyüleyici bir performans sergilemiştir. Onun rehebilitasyon merkezinde ki dönüşümü de izleyiciyi kendisine hayran bırakmıştır.
.
Bacheha-Ye aseman / Cennetin Çocukları (1997)
İran sinemasının en sevdiğim özelliği, duygu sömürüsü yapmadan alabildiğine duygusal ve kaliteli yapımlar üretebilmesi.Son derece yalın ve gerçekçi oluyor tüm filmleri.
Cennetin Çocukları filminde fakir bir ailenin iki çocuğunun yokluklara karşı mücadelesine tanık oluyoruz.
7 yaşlarındaki kız kardeşi Zehra’nın eski ayakkabılarını tamire götüren 8 yaşlarındaki Ali, bir unutkanlık sonucu ayakkabıları kaybeder. Zehra’nın başka ayakkabısı olmadığı için Ali’nin ayakkabılarını ortaklaşa kullanırlar. Okulda sabahçı olan Zehra sabahları, öğlenci olan Ali ise öğleden akşama kadar aynı ayakkabıyı giyerler.
Okul müdürü ve öğretmenlerine söyleyecek sayısız fırsatları olmasına rağmen, çocuklar gururlu davranıp çektikleri sıkıntıyı kimseye fark ettirmemeye çalışırlar. Biz de ayakkabılıktaki onca ayakkabımızı düşünüp halimize şükrederiz.
1999 yılında En iyi yabancı dilde film dalında Oscar’a aday gösterilen filmin, diğer yarışmalardan da 13 ödülü var. IMDb ilk 100 içinde 8.sırada olması da hak ettiği bir başarı.
Çocuklarıma da izletmek istediğim, halimize şükrettiren bir film. Ali ve Zehra’yı canlandıran çocuk oyunculara hayran kaldım. Filmi izlerken tesadüf eseri yanıma gelip ekrana bakan kızlarmın da çok ilgisini çekmişti ve sonuna kadar büyülenmiş bir şekilde izlemişlerdi. Hayat dersi niteliğinde çok özel ve gerçekçi bir dram filmi.
.
Tôkyô monogatari / Tokyo Hikayesi (1953)
En iyi dram filmi dendiğinde aklıma ilk gelen filmlerden biridir, Tokyo Hikayesi. İzlerken yaşlıların durumuna üzülürken, kendi yaşlılığımın nasıl olacağını, çocuklarımın bana nasıl davranacaklarını düşünmeden edemedim. Çok etkileyici, yıllarca akıldan çıkmayan bir dram filmi.
Japonya’nın taşra bölgesinde oturan yaşlı bir çift, şehirde yaşayan çocuklarını ziyaret etmek için Tokyo’ya giderler.
Yetiştirdikleri çocuklarının, artık çok farklı birer insana dönüştüğünü görmek onları çok üzer. Üstelik Tokyo’nın kötü bir semtinde, maddi zorluklar içinde yaşadıklarını görünce iyice hayal kırıklığına uğrarlar.
Sevimli yaşlı çifte en yakın davranan kişi, 8 yıl önce ölen oğullarının dul eşi olur. Diğer çocukları ve torunları onlara kötü davranmasalar da, bu ziyaretten çok memnun olmadıklarını belli ederler.
Bu fark eden yaşlılar, evlerine geri dönerler ama hiç beklemedikleri acı bir durum , tüm aileyi doğdukları kasabada tekrar bir araya getirir.
1953 yılında bu konu insanları çok daha etkilemiş olabilir ama artık kendimizden ve çevremizden biliyoruz ki, şehir hayatının zorlu hayatı hepimizin insanlığından çok şey alıp götürüyor. Daha maddeci, tahammülsüz, yorgun oluyoruz ve bize onca emek veren anne babalarımıza yeterli ilgi ve sevgiyi gösteremiyoruz. Unutmamak gerekir ki hepimiz birgün yaşlanacağız…
Dünyadaki ve insanlığımızdaki değişimleri biz Türkler çabuk algılayıp alışıyoruz ama geleneklerine sıkı sıkı bağlı olduğunu bildiğimiz Japonların buna alışması, özellikle yaşlıları için hazmetmesi çok zor olmalı. Japon filmi üstelik siyah beyaz, sıkıcı olur diye düşünmeyin, su gibi akıp giden çok etkileyici bir film. IMDB ilk 250 arasında 167.sırada yer alıyor.
.
Les quatre cents coups / 400 Darbe (1959)
“Burada kaçmak yasak değil, yakalanmak yasaktır. Bilmiyor muydun?”
Film, bir ergenin yaşamı üzerinden çok sıkı bir toplumsal eleştiri yumağıdır. Filme adını veren “400 Darbe” Fransızca “okulu kırmak” anlamına gelen bir değimdir. Film, Fransız Sinemasının en önemli yönetmenlerinden François Truffaut’un ilk uzun metraj filmidir. Filmin baş kahramanı 12 yaşındaki Antoine Doinel’i, yönetmen Truffaut’un kendi çocukluk anılarından esinlenerek oluşturduğu, Marcel Moussy ile birlikte senaryosunu yazarak çektiği bilinir. Son derece uyumlu müziklerini Jean Constantin’in yaptığı filmin görüntüleri Henri Decae’ye aittir.
Film, Truffaut tarafından Fransız film eleştirmeni ve film kuramcısı Andre Bazin (1918-1958) in anısına adanmıştır.
Film, 1950 li yıllarda Paris’te geçmektedir. 12 yaşındaki Antoine Doinel (J.P.Leaud) bir çocuğun yetişmesi için hiçte uygun olmayan bir yaşantı içerisindedir. İlgisiz bir anne ile üvey baba arasında sevgisiz bir ortamda olan Doinel, okulda da katı ve sert bir eğitim ortamında, arkadaşlık ilişkilerinin de hemen hemen olmadığı bir ortamda büyümeye çalışmaktadır. Öğretmenler çocuklara hiç müsamaha göstermemekte, hemen ceza sistemini devreye sokmaktadırlar. Hatta kendisine ceza veren öğretmeni cezayı teneffüste bile devam ettirip “Teneffüs bir ödüldür, mecburiyet değil” diyerek, Doinel’i teneffüse çıkarmaz. Evde anne ve babası da pek birbirleriyle geçinemezler. Bir gün annesini bir başka adamla görünce Doinel, arkadaşıyla okulu kırar. Arkadaşıyla lunaparka, sinemaya gider. Ertesi gün okula gittiğinde mazeret olarak “Annem öldü” der. Burada belki de yalan değil kendisinin gözünde öldüğünü kastetmektedir. Yalanının ortaya çıkması, anne babasının okula gelmesi, tüm öğrencilerin önünde tokatlanması, onu iyice okulu kırmaya, eve uğramamaya iter. Babasının işyerinden daktilo çalar, satamayınca iade için götürürken yakalanır. Ailesi onu ıslahevine gönderme kararı alır.
Film, Fransız Sinemasında adeta bir çığır açmıştır. Okul, eğitim, aile, çocuk yetiştirme, evlilik ilişkileri, topluma bakış gibi pek çok konuya son derece gerçekçi eleştirisel bir bakış açısı sunmasıyla Fransız Sineması’nın çehresini değiştirdiği söylenir. Yönetmen Truffaut bu ilk filmiyle Cannes Film Festivalinde En İyi Yönetmen ödülünü alarak, hakkındaki tüm eleştirileri de bir anda yok etmişti.
Filmin çok başarılı oyuncusu 1944 doğumlu film çekilirken 15 yaşında olan Jean-Pierre Leaud, oyuncu değildi, onu Truffaut bulmuş, sinema oyuncusu yapmıştır. Truffaut’un daha sonra çevirdiği üç filmde de kendisini oynatmıştır. Bunlar 1968 deki “Baisers Voles/Çalınan Buseler”, 1970 te “Domicile Conjugal/Aile Yuvası”, 1979 da çekilen “L’amour en Fuite/Kaçak Aşık” filmleridir. Bu Truffaut yönetimindeki filmlerde “400 Darbe” filmindeki ismi olan Antoine Doinel adını kullanmıştır.
“400 Darbe”, çekilmesinin üzerinden 60 yıla yakın süre geçmesine rağmen sağlam senaryosu, başarılı yönetimi ve çok iyi oyunculuklarıyla izlenmeyi hak eden bir film. Duygusal sömürüye gitmeden, son derece çarpıcı ve gerçekçi anlatımıyla hafızalarda yer eden yapım Fransız Sineması’nın yüz akı filmlerinden. Yazımı François Truffaut’un ergenlik üzerine bir sözüyle bitireyim. “Hafızası zayıf kişiler dışında ergenlik kimsede tatlı hatıralar bırakmaz”. Herkese iyi seyirler dilerim.
.
Umberto D. (1952)
İtalyan yeni gerçekçilik akımının önemli filmlerinden UMBERTO D. düşük emekli maaşı ve onlarca zorluk ile yaşamaya çalışan yaşlı bir adamın hayat mücadelesini konu alan çok etkileyici siyah beyaz bir film.
Evsiz ve kimsesiz 70 yaşlarındaki Umberto Domenico Ferrari, biriken borcu nedeniyle kaldığı pansiyondan atılsa da mücadele etmeyi hiç bırakmaz.
Kaybolan köpeğini hayvan barınağında bulduğu, dilenmeyi ve intiharı denediği anlar gözlerimi yaşartan sahnelerden sadece birkaçıydı.
Film boyunca anne babamın ve kendi yaşlılığımın nasıl olacağını düşünmekten kendimi alamadım. Sinemanın en çok bu düşünmeye sevk eden özelliğini seviyorum. Allah kimseyi yalnız ve çaresiz bırakmasın diyerek bitirdim filmi.
Bu tür gerçekçi filmleri izleyince hayatı toz pembe gösteren filmler ne kadar da boş geliyor bana ama onları da izlemek ve rahatlamak gerek. Hepsinin yeri ayrı.
Filme dair iki önemli not:
- Yönetmen filmi babasına adamış ve filme onun adını vermiş.
- Başrol oyuncusu Carlo Battisti, yönetmenin yolda ayaküzeri tanıştığı bir fizik profesörüymüş. İlk ve tek filminde 40 yıllık oyuncu gibi çok güzel rol yapmış. Film çekilirken tam 70 yaşındaymış.
Yönetmen: Vittorio de Sica- Oscar ödüllü, Imdb ilk 250 de yer alanlan Bisiklet Hırsızları filminin de yönetmeni. Bu film de şahaneydi.
.
Dancer in the Dark / Karanlıkta Dans (2000)
Björk ve Catherine Deneuve’ün başrollerini paylaştığı Lars von Trier'in en duygu yüklü filmi. Kalıtsal bir hastalık sonucu gözlerini ilerde kaybedecek olan Selma aynı kaderi paylaşacağını bile bile bir çocuk dünyaya getirir. Artık bütün yaşamının gayesi oğlu Gene'yi ameliyat ettirecek parayı bulmaktır. Bunun için hem fabrikada hem de evde çalışır. Bu kötü kadere rağmen Selma her şeyi kabullenmiştir. Hayattayken yaşamadığı sevinci gündüz düşleriyle yaşar. Her şey zaten karanlıkta giderken, bir annenin yaşamı daha ne kadar karara bilir?
Karanlıkta Dans, tabi ki bir aile dramından ibaret değildir. Adalet ve güven kavramlarının yitirildiği, her şeyin metaya dönüştüğü, kazanma hırsı uğruna yapılan her şeyin mubah göründüğü, bir Amerika eleştirisidir de aynı zamanda.
Film bir çok ödüle layık görüldü ama herhalde en anlamlısı Luc Besson ustanın başkanlığını yaptığı Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye ödülünü almasıydı.
.
L'enfant sauvage / Vahşi Çocuk (1970)
François Truffaut'un konusu yaşanmış bir hikayeye dayanan Vahşi Çocuk filmi kariyerinin başarıları arasında yer alır. Filmde belgesel havasını net bir şekilde görüyorsunuz. 18. yüzyılın sonlarında Fransa kırsalında bulunan bir çocuk o günlerde bütün Fransız gündeminde yer almıştı. Meraklı bakışlar içerisinde Paris'e getirilmiş. Ama çocuğun hareketleri tam bir hayal kırıklığına neden olmuştu. Kısa bir süre de gündemden düşmüştü. Truffaut bu hikayeyi ilginç bulmuş ve bu haberi senaryolaştırmıştır. Filmde vahşi Çocuk'u oynaması için bir çok çocuğu incelemiş en sonunda Çingene kökenli Jean-Pierre Cargol'u bu role uygun bulmuştur. Çocuk oyuncuyu daha iyi yönetebilmek için de kendisi doktor rolünde karşımıza çıkar. O dönemde çocuk oyuncular için profesyonellik diye bir tanım tam olarak oturmadığından bu acemi oyuncuyla film çekmek için doğru bir karar verilmiştir. Filmde yönetmenin oyuncusuna oldukça hakim olduğunu görürsünüz.
Vahşi Çocuk ilk günlerde yakından incelenmiş ve çocuğun zekasının bir hayli gerilerde olduğu düşünülerek eğitiminden vazgeçilmiştir. Doktor çocuğun geri zekalı olduğuna inanmaz onun 8 yıllık bir yalnızlık sonucunda davranışlarının anormalleştiğini düşünmektedir. Sıkı bir eğitimle bu çocuk medeni bir toplumun üyesi olabilecektir diyerek yakın ilgisini vahşi Çocuktan sakınmaz. Oldukça sert metotlarla işe koyulur. Hikayenin bundan sonrası ise filmin en can alıcı karelerini oluşturmaktadır. Onun için bu bölüme hiç değinmeyeceğim.
François Truffaut'un çocuklarla çalıştığı 3 yapımı da izleme şansım oldu. 400 Darbe ve Cep Harçlığı daha çok beğenimi toplasa da bu filmde bunlara yakın bir etki bıraktı diyebilirim. Sinema tarihinde çocukların dilinden çok iyi anlayan yönetmenlerden biri Truffaut. Bu konuda tanrı vergisi bir yeteneği var. 400 Darbe'de Antoine (Jean-Pierre Léaud) ile doğaçlama sahnesi (doktor rolünde olup sahnede hiç gözükmemiştir.) Cep Harçlığı'nda ise bir ordu çocukla çalışabilmesi bunun en önemli kanıtlarıdır.
Kelebeğin Rüyası (2013)
Ruhun şiirle harmanlanmadığı bir hayatı düşünemiyorum. Günlük koşuşturmaların çarkında bir ileri bir geri giden hayallerimize hayat veren pek az şey var bu dünyada. Yılmaz Erdoğan son yıllarda birbirine benzeyen senaryoların dışına çıkarak bizleri 1941 Türkiye'sine götürüyor. Birbirine söz sanatının incelikleriyle bağlı olan Muzaffer ve Rüştü ilk görüşte etkilendikleri genç bir kız üzerine bahse tutuşurlar. Şiiri anlayan bir aşkı bulma ümidinden daha çok iki dostun aralarında sürdürdükleri bir oyun başlar. Dönem filmine yakışır sahneler, müziğin derinden bizi ele geçirdiği 3 kişilik sekanslar bu işin diğerlerinden farklı olduğunu göstermek için yeterliydi. Kederin gölgesinde göz yaşı damlalarına dönüşen senaryoyu da beğenmemek elde değil.
iki genç şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'yu canlandıran Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ iyi bir performans sergiliyorlar. Kıvanç Tatlıtuğ Muzaffer rolünde rüşdünü ispatlamıştır. Hiç olmazsa benim için böyle. Filmin bitimiyle birlikte eşimle edebi bir sohbette başlattık. Bu bile benim için ayrı bir güzellikti. Eve gelince kütüphanemden şiir antolojilerini elden geçirdim. İki şairin şiirlerini okudum hayat hikayeleri yine yüreğimi burktu. Rüştü Onur'un şiirleri 1956 yılında Salah Birsel tarafından derlenerek kitap haline getirilmiş. Bu kitabı bulabilirsem arşivime hatırasıyla dahil olacak bir kitaba sahip olacağım. Bakalım hayırlısı. Rüştü Onur'un şiirlerinden sen varken filmde de yer alıyordu kalbime işleyen bir sahneyle sunulunca bunu izlemek ayrı bir keyife döndü.